Doğu Akdenizde Deniz Hukuku Anlaşmazlıkları

Taner Erginel
Emekli Yüksek Mahkeme Başkanı

Anavatanımız Türkiye ile KKTC, hidrokarbon konusunda büyük mağduriyetlere uğramak üzeredir. Ege ile Doğu Akdeniz'de aleyhimize oldu bittiler yaratılmıştır. Üzücü olan haklı olmamıza rağmen bu duruma düşmüş olmamızdır. Zamanında gerekli girişimleri yapmadığımız için haklarımızı yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığımız anlaşılmaktadır. Bu noktadan sonra artık Türkiye'nin bir savaşı göze alarak haklarını koruyabileceği iddia edilmektedir.

Uluslararası Deniz Hukukunun dünyada oluşmakta olan bir hukuk dalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu oluşum tamamlanmış değildir. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi oluşuma uygun hareket etmekte ve her aşamada oluşan kurallardan yararlanarak lehlerine fiili durumlar yaratmaktadırlar. Bu girişimlere karşı Türkiye ve KKTC sessiz kalmaktadır. Bir süre sonra bu alanlarda Türkiye'nin ve KKTC'nin de hakları olduğu ve bu hakları yitirmek üzere oldukları anlaşılmaktadır. Ancak fiili durum aleyhte oluştuğu için haklarını elde etmeleri çok zor hale gelmektedir.

Önceden gerekli girişimleri yaparak bu duruma düşmek önlenemez miydi?

Bu duruma düşmemek için neler yapılmalıydı?

Ulu önder Atatürk yaşasaydı deniz hukuku konusunda neler yapardı?

Arzu ederseniz bu soruları birlikte cevaplandırmaya çalışalım.
Atatürk hayatta olsaydı 20.ci Yüzyılda denizlerin öneminin gittikçe arttığını ve bir süre sonra daha da artacağını herkesten önce görecekti. Bazı devletlerin denizleri paylaşma ve kendi topraklarına katma çabası içinde olduklarını anlayacaktı. Oluşmakta olan Uluslararası Deniz Hukuku kurallarının Türkiye'ye yararlı olması ve zarar vermemesi için gerekli önlemleri alacaktı.
Bu amaçla neler yapabileceğini düşünelim. Kanımca Atatürk hayatta olsaydı birçok konuda olduğu gibi bu konuda da dünyanın en iyi uzmanlarından görüş alarak işe başlayacaktı. Dünyanın en iyi uzmanlarıyla Türkiye'nin en iyi uzmanlarını bir araya getirip tartıştıracak en doğru çözüm yollarını bulacaktı.

Konu hukuk konusu olduğu için ilk yapacağı iş, dünyanın en iyi hukukçularına başvurmak ve oluşmakta olan Deniz Hukuku kuralları ile ilgili bilgi almak olacaktı. Bu kuralların oluşmasına Türkiye'nin de katkıda bulunmasını sağlayacaktı.

Bilindiği gibi Deniz Hukukunda en önemli uluslar arası gelişme 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonu veya Sözleşmesi ile olmuştur. BM girişimiyle yapılan bu sözleşmenin yapılmasında Türkiye çok pasif kalmış ve sözleşmeyi imzalamamıştır. Halbuki dikkatli bir gözlemci bu sözleşmenin kalıcı olacağını ve Uluslararası Deniz Hukuku haline geleceğini anlayabilirdi.

Atatürk hayatta olsaydı sözleşme yapılırken Türkiye'nin aktif olmasını sağlayacaktı. Sözleşmeye Egenin yarısının Türkiye'ye kalması ve Doğu Akdenizde haklarının tümünü elde etmesi için kurallar koyduracaktı. Bu kurallardan gününde yararlanacak ve çatışmaya girmeden haklarını elde edecekti.

Türkiye'nin yararlanacağı kuralları Sözleşmeye koyduramasa bile bu kuralları önerecek ve çekince olarak sözleşmeye ekleyecekti. Daha sonra aynı ilkeleri benimseyen birçok devlet ortaya çıkacak ve böylece Türkiye'nin haklarını koruyan ilkeler dolaylı olarak uluslararası hukuk haline gelecekti. Bu ilkeler bir süre sonra Uluslararası Mahkemelerin içtihatları olarak Uluslararası Hukuk haline gelecekti.
Bu görüşler ışığında yıllar önce akademisyen arkadaşlarımla yaklaşan tehlikeyi görerek Devletimizi ve Anavatanımız Türkiye'yi, Deniz Hukuku oluşmasına katkıda bulunması için teşvik etmeye çalıştık. Öne sürdüğümüz görüşlere ve gerekçelere kısaca değinmek istiyorum.
Deniz Hukukunda bugün yaşadığımız sorunları anlayabilmek için baştan başlayarak konuları değerlendirmemiz ve aşama aşama günümüze kadar gelmemiz uygun olacaktır.

Önce hukukun ne olduğu ve nasıl oluştuğu konusunda bilgi verelim. Bilindiği gibi insanlar toplu halde yaşarlar. Toplum yaşamında sorunlar çıkması kaçınılmazdır. Sorunları gidermek için insanların uyacağı bazı kuralların belirlenmesi gerekir. Bunlar hukuk veya ahlak kurallarıdır. Uyulması zorunlu olan kurallara hukuk diyoruz. Uyulması zorunlu olmayan fakat ayıplanma sonucunu doğuran kurallara ise ahlak veya etik denir.

Toplumsal yaşamda sorunlar çıktıkça insanlar kural arayışı içine girerler. Önce alışkanlık şeklinde bazı kurallar oluşur. Daha sonra iktidarda olan güç bu kuralları yasaya dönüştürür.

Bir devlette yasaları iktidarda olan yasa koyucu yapar. Acaba devlet sınırları dışında örneğin denizlerde veya havada kurallar nasıl belirlenecektir? Bu alanlarda yasa yapacak bir güç olmadığı için ilk aşamada bir alışkanlık oluşmakta, bu alışkanlık zamanla teamül haline gelmekte ve teamül de daha sonra devletler arasında bir anlaşmaya dönüşerek uluslararası hukuk olmaktadır.
Bir örnek verelim. Girne'den doğuya doğru gidenler ana yolun sağında veya solunda İngiliz koloni devrinden kalan eğri büğrü dar asfalt yollar olduğunu görürler.
Bu yollar nasıl oluştu? Osmanlı döneminde bir yerden diğerine eşekle veya atla gitmek isteyenler eşeğe veya ata uygun bir patika seçerlerdi. Diyelim ki bu patika üzerinde tarlası olan birisi itiraz etti. Patikanın yönü değiştirilirdi. Zamanla saptanan patikadan at arabaları geçmeye başladı ve toprak yol oluştu. Daha sonra İngilizler gelip toprak yol üzerine asfalt döktüler ve bu yolları haritalara işlediler. Böylece yollar yasallık kazandı. Şimdi birisi çıkıp bu yol yanlış yerden geçti, benim tarlamı ikiye böldü diye şikayet etse onu dinleyen olur mu? Olmaz.
İşte Uluslararası Deniz Hukukunun oluşumu da buna benzemektedir. Deniz Hukukunun oluşmasında önce teamüller ortaya çıkmakta ve daha sonra devletler arasında anlaşmalarla bu teamüller uluslararası hukuk haline gelmektedir. Gününde itiraz etmeyenler ve kural oluşurken ses çıkarmayanlar bu olaydan zarar görmektedir. Onların şikayetlerini daha sonra kimse dikkate almamaktadır.
Daha açık ifade edelim denizlerde de kural oluşurken sessiz kalan devletler daha sonra eşeğin belirlediği patikaya itiraz etmeyen tarla sahibinin düştüğü duruma düşmektedirler. Zamanında ses çıkarmadıkları için daha sonra ne kadar haklı olurlarsa olsunlar itirazları etkili olmamaktadır. Haklarını elde etmeleri ancak zor kullanarak mümkün olabilmektedir.
Denizlerde devletlerin egemenlik alanları nasıl oluştu?

İlk çağlardan beri devletlerin kara sınırları belli idi. Çünkü egemenlikleri orada sona eriyordu. Denizlerdeki sınırların belirlenmesi ise son yüzyılda tartışılmaya ve netleşmeye başlamıştır. 20 ci Yüzyılda, devletlerin denizlerdeki egemenlik alanlarının belirlenmesi konusunda büyük gelişmeler ve değişimler yaşanmıştır.

Sahilin hemen yakınındaki deniz şeridinde bir devletin söz sahibi olacağı Orta Çağlardan beri kabul edilmekteydi. Bir topun gittiği mesafe kadar deniz şeridi o devletin egemenliğine dahil kabul ediliyor ve bu şeride Karasuları deniyordu. 20.ci Yüzyılda Karasuları sınırının belirlenmesi ihtiyacı doğdu. Uzun tartışmalardan sonra her devletin sahilden itibaren 3 deniz mili kadar bir alanın Karasularına dahil olduğu kabul edildi.

Ancak tartışmalar burada sona ermedi. Karasularının 6 mil olmasını isteyen veya 12 mile çıkmasını isteyen devletler oldu. Bu tartışmalar halen devam etmektedir. Uluslararası anlaşmalar her devletin kendi Karasularını 12 mili geçmemek üzere belirleme hakkı olduğunu kabul etmiştir. Bu konuda kuralların ve istisnaların nasıl netleşeceğini zaman gösterecektir.

Karasuları tartışmaları daha sona ermeden denizlerde başka tartışma konuları ortaya çıkmaya başladı. Karasularına Bitişik Bölge alanı, Balık Avlama Bölgesi alanı, Kıta Sahanlığı alanı ve nihayet Münhasır Ekonomik Bölge alanı. Bu alanların her birinde hukukun oluşmakta olduğunu, tartışmaların henüz sona ermediğini söyleyebiliriz.

Bugün dünya devletlerini daha çok ilgilendiren Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge alanı konularıdır. Bu nedenle diğer konuları bir tarafa bırakalım.

Kıta Sahanlığı sorununu şöyle özetleyebiliriz. 20 inci Yüzyılda denizlerin tabanında bazı değerler olduğu ortaya çıkmaya başladı. O zaman devletler deniz tabanının kendi ülkelerinin devamı ve ayrılmaz parçası olduğunu öne sürmeye başladılar. Bu alanı kendi ülkelerinin deniz suyuyla örtülmüş bir bölümü olduğunu ifade ettiler. Böylece deniz tabanındaki değerlerden yararlanmak istediler.
Bu amaçla uluslararası anlaşmalar yapıldı. 1958 de yapılan uluslararası bir anlaşma ile her devletin ülkesinin devamı olan ve 200 metre deniz derinine kadar olan deniz tabanının o ülkenin Kıta Sahanlığı olduğu kabul edildi. Ne var ki bu kavramın ortaya çıkardığı sorunlar vardı. Örneğin Türkiye'nin batı kıyılarının hemen yakınında Yunan adaları vardı. Böyle bir durumda Kıta Sahanlığı nasıl belirlenecekti? Kıta

Sahanlığına bağlı haklar nasıl paylaşılacaktı?

Kıta Sahanlığı anlaşmazlıkları daha sonuçlanmadan deniz altında ve üstünde daha büyük değerler olduğu ortaya çıktı. Bazı devletler denizlerin bir bölümünü egemenlikleri altına alma isteği içine girdiler. Böylece Münhasır Ekonomik Bölge kavramı ortaya çıktı.
Birleşmiş Milletlerin inisiyatifi ile Deniz Hukuku kurallarını netleştirecek çalışmalar yapıldı ve 1982 yılında Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konvansiyonu yapıldı. Devletlerin imzasına açılan bu sözleşmeyi 130 devlet imzaladı. BM, Deniz Hukuku Konvansiyonu denizlerde o güne kadar mevcut teamüllerle anlaşmaları birleştirdi ve onlara Münhasır Ekonomik Bölge kavramını ekledi. Bu kavram denizlerin büyük devletler ve onların uyanık dostları tarafından paylaşılmak üzere olduğunu gösteriyordu.

Yakından incelendiği zaman Münhasır Ekonomik Bölge kavramının gerçekte çok kapsamlı olduğu anlaşılmaktadır. Bir devletin kendisine ait böyle bir bölgede hemen her hakkı olacağı anlaşılmaktadır. Daha açık ifadeyle devletler Münhasır Ekonomik Bölgelerini ülkelerinin bir parçası haline getirmek istemektedirler.

Öyle anlaşılıyor ki devletlerin sınırları uyanık devletlerin denizlere de sahip olacağı şekilde değişmektedir. Dünyamız denizlerin paylaşıldığı, denizlerin devletlerin ülkelerine katıldığı, dolayısıyla dünya haritasının değiştiği yeni bir çağa girmektedir.

Münhasır Ekonomik Bölge ilanı maden arama şirketlerinin bir ülkede maden arama izni almasına benzemektedir. Bir devlet ülkesinde dilediği şirkete maden arama izni verebilir. Açık denizlerde ise izin verecek bir makam olmadığı için bazı ilkeler belirtilmiş ve bu ilkeler yeterli olmadığı zaman diğer devletlerle anlaşmaya varılarak bu alanların belirlenmesi kabul edilmiştir.

Münhasır Ekonomik Bölge alanının belirlenmesinde o devletin Kıta Sahanlığının dikkate alınması, ancak bu alanın ihtilaflı olması halinde komşu devletlerin rızaları ile bu hakkın belirlenmesi kabul edilmiştir.

O zaman bir sorun akla geliyor. Kıta Sahanlığı konusunda anlaşmazlıklar olan yerlerde Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmesi halinde sorun nasıl çözülecektir? Böyle bir sorunun savaşa dönme olasılığı yok mu?

Deniz Hukuku oluşturmada Türkiye daha aktif olarak neler yapabilirdi?

Ulu Önder Atatürk hayatta olsaydı büyük devletlerin denizleri paylaşma yarışı içinde olduklarını ve kendi işlerine gelen kuralları uluslararası hukuk haline getirmeye çalıştıklarını görecekti.

Maalesef Türkiye Hükümetleri bu gerçeği geç anladılar Konvansiyonun yapımında pasif davranmayı tercih ettiler. KKTC ise uluslararası alanda söz sahibi olma girişimini tamamlamadığı için konuşma fırsatını bulamadı.
Türkiye Egede Yunanistanla olan anlaşmazlığa olumsuz etkisi olabilir kaygısı ile 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonunu imzalamadı. Halbuki Konvansiyona Türkiyeye zarar vermeyecek bir şekil vermeye çalışması gerekiyordu.

Türkiye sözleşmeyi imzalamamakla birlikte daha sonra buna uygun hareket etmek zorunda kalmıştır ve Karadeniz'de Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmiştir. Burada nasıl bir olayla karşılaşıyoruz? Münhasır Ekonomik Bölge konusunda uluslararası hukuk oluşurken pasif kalan Türkiye'nin daha sonra Konvansiyon doğrultusunda hareket etmek zorunda kaldığını, deyim yerinde ise bu yönde sürüklendiğini görüyoruz.

1982 Deniz Hukuku tartışmaları devam ederken Türkiye neler yapabilirdi?
Çok şey yapabilirdi. Örneğin Kıta Sahanlığı konusunda anlaşmazlık bulunan yerlerde Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmesinin doğru olmadığını, bunun çatışmalara neden olacağını ve geçerli olmayacağını çekince olarak öne sürebilirdi. Anlaşmazlık olan yerlerde Kıta Sahanlığı konusunun öncelikle çözülmesi gerektiğini belirtip bu sorunu çözecek kurallar önerebilirdi.

İç denizlerde Kıta Sahanlığının adalar dikkate alınmadan ana kıtalardan eşit mesafe ilkesine göre belirlenmesi gerektiğini belirtebilirdi. Ege gibi karmaşık bir durumda çatışma çıkmasının önlenmesi gerektiği ve hakkaniyet ilkelerine göre iki devlet arasında bir anlaşma olmadıkça denizdeki kıta sahanlığının ve dolayısıyla Münhasır Ekonomik Bölgenin belirlenemeyeceğini öne sürülebilirdi.
1982 Deniz Hukuku Konvansiyonunda insanların ikamet ettiği adaların çevresinde bu adalara ait kıta sahanlığı olduğu kabul edilmiştir. Bu ilke nedeniyle Yunanistan Rodos ve diğer ikamet edilen adalarda Kıta Sahanlığı sahibi olmuştur. Halbuki iç denizlerde böyle bir ilke olamayacağı ve kıtalara yakın adaların böyle bir hakkı olamayacağı öne sürülebilirdi. Türkiye buna benzer, haklarını koruyacak adil ilkeler öne sürüp ısrar edebilirdi. Bu görüşleri destekleyecek birçok ülke ortaya çıkacaktı.

Sözleşmede insanların ikamet etmediği adaların yani kayalıkların Kıta Sahanlığı olmadığı kabul edilmiştir. Ancak bu noktada hukuk durmamış ve Türkiyenin tüm Egeyi kaybedeceği bir durum ortaya çıkmıştır.

Eritre ile Yemen arasındaki anlaşmazlık nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı geçici bir süre kullanılan kayalıkların dahi o ülkeye ait olacağını ve deniz sınırlarının belirlenmesinde dikkate alınacağını kabul etmiştir. Bu kayalıklar zaman zaman Eritreli balıkçılar tarafından kullanılıyordu. Bu nedenle kayalıkların Eritreye ait olduğu kabul edilmiştir.
Bu karardan sonra Yunanistan Egedeki boş kayalıkları da insanların geçici olarak kullandığı yerler haline getirmeye başlamıştır. Yasal gelişmeleri izleyenler Yunanistan'ın bunu yapacağını tahmin edebiliyorlardı. Türkiye buna karşı önlem alabilir ve itiraz durumunda bu adaların kullanılmasının yasal bir hak kazandırmayacağını açıklayabilirdi. Böyle bir açıklama devletlerin deniz kayalıklarını işgal yarışı içine girmelerini istemeyen bir çok devlet tarafından desteklenecekti.

Münhasır Ekonomik Bölge tayininde Kıta Sahanlığının dikkate alınması 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesinde kabul edilmiştir. Türkiye iç denizlerde hak sahibi olabilecek tüm devletlerin bilgilendirilmesi gerektiğini belirtebilirdi. İki devletin Kıta Sahanlığının çatıştığı durumlarda bir devletin tek başına Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesinin mümkün olmadığı, iki devletin karşılıklı makul koşullarda anlaşarak Kıta Sahanlığı sınırlarını belirlemesi gerektiği ve bu anlaşmanın hakkaniyet ilkelerine uygun olması gerektiği belirtilebilirdi.
Hakkaniyet ilkelerine göre belirleme o bölgede her ülkenin sahil uzunluğu dikkate alınarak bir kıyaslama ile yapılabilir ve her ülke sahil uzunluğu oranında Kıta Sahanlığına sahip olabilir. Alternatif olarak Kıta Sahanlığı çevresinde yaşayan nüfus kıyaslanabilir ve Kıta Sahanlığı buna göre bölüşülür. Bu gibi argümanlar Türkiye tarafından 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konvansiyonu yapılırken öne sürülebilir veya çekince olarak sözleşmeye eklenebilirdi. Böylece hukuk kurallarının Türkiye aleyhine oluşması önlenebilirdi.
Türkiye'nin öne sürmesi gereken bu tür görüşler öne sürülmedi. Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları oluşmakta olan kurallardan yararlanarak Egede ve Doğu Akdenizde fiili durum yarattılar. Bir süre sonra başka devletler Uluslararası Adalet Divanı veya Uluslararası Tahkim Mahkemesinde Türkiye'nin öne sürmesi gereken ilkeleri öne sürüp başarılı oldular.

Örneğin 1985 yılında Libya ile Malta arasında gerçekleşen anlaşmazlıkta Uluslararası Adalet Divanı Yunanistan'ın Kıta Sahanlığı sınır belirleme yöntemini kabul etmemiştir. 2004 yılında Romanya ile Ukrayna arasında tartışılan Karadeniz deki Yılan Adası ile ilgili davada da Yunanistan'ın öne sürdüğü deniz sınır tespit yöntemi benimsenmemiştir. Bu durum 1982 yılında Deniz Hukuku Konvansiyonu yapılırken Türkiyenin öne sürebileceği ilkelerin daha sonra içtihatlar yoluyla kabul edilecek ilkeler olduğunu göstermektedir.
Türkiye bu ilkeleri öne sürmede ve yararlanmada geç kalmıştır. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları uluslararası deniz kurallarının daha ilk ortaya çıkmaya başladığı günlerde bu kurallara uygun adımlar atarak fiili durum yaratmışlardır. Aradan zaman geçtikten sonra başka devletlerin uluslararası Mahkemelerde mücadelesi sonucu Türkiye'nin haklı olduğunu gösteren görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Geçmişe dönük olarak Türkiye'nin bu görüşlerden yararlanması kolay olmayacaktır.
Özetle Türkiye doğru ilkeleri uluslararası sözleşmelere koydurarak Egenin yarısına sahip olabilirdi. Doğu Akdeniz de ise en büyük hak sahibi olabilirdi. Ancak hukuk mücadelesinde pasif kaldığı için bu alanlar Rumların ve diğer devletlerin kontrolüne geçmiştir. Bu noktadan sonra Türkiye'nin haklarını geriye dönük olarak kazanabilip kazanamayacağı dünya hukukçularının merakla izledikleri bir konudur.
KKTC nin tanınması
Belirttiğimiz gibi Türkiye dünyanın en iyi hukukçularının desteğinde uluslararası sözleşmelerin yapımında ve özellikle 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonunun yapımında aktif bir rol almalıydı. Bunun yanı sıra yapabileceği işlerden biri KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını sağlamak olabilirdi.

Bugün KKTC'nin yasal statüsü uluslararası alanda net değildir. Bazen bağımsız bir devlet olarak açıklama yapıyor, bazen kurulacak bir federasyonun federe kanadı olmak istediğini ve tanınma talep etmediğini ifade ediyor. Bu durumda tarafsız ciddi bir hukukçu ne düşünür? KKTC nin fiilen bağımsız bir devlet olduğunu ancak hukuken bu oluşumu tamamlamadığını düşünür. Dünyamızın tarafsız hukukçularından birine böyle bir oluşumun 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonuna göre haklarının neler olabileceğini soralım. Acaba nasıl bir yanıt alacağız?
Milli bir konuda bir hukukçunun kendi ulusunun haklı olduğunu açıklaması fazla bir anlam ifade etmez. Tartışılan yasal konuda uluslararası tarafsız ve ciddi bir hukukçunun ne düşüneceğini araştırmak gerekir.

Öyle anlaşılıyor ki Rum yönetimi her aşamada dünyanın en iyi hukukçularına sorular sormakta ve aldığı görüşler ışığında hareket etmektedir. Daha sonra komşu devletlerle iş birliği girişimlerine başlayınca bu devletler veya uluslararası şirketler de kendi hukukçularından hukuki görüş almakta ve alınan yanıtlar hiç de Türk ulusunun lehinde olmamaktadır. Büyük bir olasılıkla bu tarafsız hukukçular müvekkillerine Uluslararası Deniz Hukukunun oluşmakta olduğunu, en kesin kuralların 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonunda belirlendiğini, Rum Yönetimi ve Yunanistanın bu kurallar doğrultusunda birçok adım atıp fiili durum oluşturduklarını, Türkiyenin son anda fiili durumu bozmaya teşebbüs ettiğini, bunu yaparken mevcut hukuku reddederek 1982 den önce uygulanan hukukun uygulanmasını talep ettiğini bunun kabul edilemeyeceğini söyleyeceklerdir.

Türkiye, aleyhe oluşan fiili durumu kırmak için son anda KKTC ile Türkiye arasında Kıta Sahanlığı anlaşması yapmıştır. Bunun yanı sıra kendi Kıta Sahanlığı üzerinde de arama yapacağını açıklamıştır.

Bu konuda görüşüne başvurulan tarafsız ve ciddi bir hukukçunun ne diyeceğini düşünmemiz gerekir. Bu hukukçu her şeyden önce KKTC nin fiilen bir devlet olmakla birlikte yasal açıdan bu oluşumunu tamamlamadığını düşünecektir. Bu nedenle KKTC nin Kıta Sahanlığı hakkından yararlanmasının kesin bir hak olmadığı sonucuna varacaktır.

Türkiyenin kendi Kıta Sahanlığı ile ilgili iddiası konusunda da tereddüde düşecektir. Çünkü Kıta Sahanlığı 1982 yılından önce uluslar arası hukukta belirleyici bir kavramdı. Daha sonra Münhasır Ekonomik Bölgenin belirlenmesinde yol gösterici olarak dikkate alınan bir kavram haline gelmiştir. İç denizlerde ise Münhasır Ekonomik Bölgenin komşu devletlerle yapılan anlaşmalarla tamamlanması gerekir.
Türkiye Akdenizde henüz Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmemiştir ve eski hukuka göre yani Kıta Sahanlığına göre denizlerdeki haklarının belirlenmesini talep etmektedir. Bu talep dünyada uygulanmakta olan ve geçerli hale gelmiş kuralların göz ardı edilmesini ve geçmişte 1982 den önce uygulanmış kuralların dikkate alınmasını istemek demektir. Türkiyenin bu talebinde başarılı olması kolay olmayacaktır. Bu nedenle haklarını elde etmek için zor kullanmak zorunda kalabilir. Halbuki amaç bir devletin çatışmaya girmeden haklarını alabilmesidir.

Özetlersek Anavatanımız Türkiye Egede ve Doğu Akdenizdeki taleplerinde tamamen haklıdır. Zamanla haklılığı daha fazla ortaya çıkmaktadır. Ancak haklarını elde etmek için yerinde ve zamanında girişimde bulunduğu söylenemez. Türkiyenin veya KKTC nin haklı olduğunu gösteren görüşler başka devletlerin gayretiyle ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu gecikme nedeniyle Egede ve Akdenizde Türkiye ve KKTC aleyhine fiili durum oluşmuştur. Bu fiili durumun düzelmesi kolay olmayacaktır. Bu geç aşamada zor kullanarak ve ilgili devletlerle anlaşma yaparak hakların bir bölümünü kazanmak mümkün olabilir.

Bir savaşa girmeden, geç de olsa yasal ve barışçı bir mücadele ile soruna çözüm bulunmasını temenni edelim.