Hidrokarbon Sorunu

2 mart 2015 de GAU de gerçekleşen  Deniz ve Enerji Hukuku Sempozyumunda Taner Erginel in Tebliği
Deniz Hukukunda bugün yaşadığımız sorunları anlayabilmek için baştan başlayarak konuları değerlendirmemiz ve aşama aşama günümüze  kadar gelmemiz uygun olacaktır.

Hukuk nedir?
Önce hukukun ne olduğu üzerinde duralım. Bilindiği gibi insanlar toplu halde yaşarlar. Toplum yaşamında sorunlar çıkması kaçınılmazdır. Sorunları gidermek için bazı kuralların belirlenmesi gerekir. Bunlar hukuk veya ahlak kurallarıdır. Uyulması zorunlu olan kurallara  hukuk diyoruz. Uyulması zorunlu olmayan fakat insanların ayıplanması sonucunu doğuran kurallara ise  ahlak denir.

Toplumsal yaşamda sorunlar çıktıkça insanlar kural arayışı içine girerler. Önce alışkanlık şeklinde kurallar oluşur. Daha sonra iktidarda olan güç bu kuralları  yasaya dönüştürür.
Bir devlette yasaları iktidarda olan yasa koyucu yapar. Acaba devlet sınırları dışında örneğin denizlerde veya havada kurallar nasıl belirlenecektir?  Bu alanlarda yasa yapacak bir güç yoktur. Bu nedenle  ilk aşamalarda yerel konularda olduğu gibi önce bir alışkanlık oluşmakta, bu alışkanlık zamanla teamül haline gelmekte, teamül de daha sonra anlaşmaya dönüşerek uluslararası hukuk olmaktadır.

Yerel yasaların nasıl oluştuğunu anlamak için bir örnek verelim.
Girneden doğuya doğru gidenler İngiliz koloni devrinden kalan eğri büğrü dar asfalt yollar olduğunu görürler.

Bu yollar nasıl oluştu? Osmanlı döneminde bir yerden diğerine eşekle veya atla gitmek isteyenler  uygun bir patika seçerlerdi. Diyelim ki bu patika üzerinde tarlası olan birisi itiraz etti. Patikanın güzergahı değiştirilirdi. Zamanla bu patikadan at arabaları geçmeye başladı ve toprak yol oluştu. Daha sonra İngilizler  gelip toprak yol üzerine asfalt döktüler ve yolları haritalara  işlediler. Böylece yollar yasal  hale geldi. Şimdi birisi çıkıp  bu yol yanlış yerden geçti, benim tarlamı ikiye böldü diye şikayet ederse onu dinleyen olur mu? Olmaz.
İşte  Uluslararası Deniz Hukukunun oluşumu  da buna benzemektedir. Deniz hukukun oluşmasında önce anlaşmazlıklar kavgalar olmakta daha sonra alışkanlık şeklinde bir kural oluşmaktadır. Gününde itiraz etmeyen, kural oluşurken ses çıkarmayanların şikayetlerini  daha sonra kimse dikkate almamaktadır.

Kuralın oluşmasına katkı koymayan devletler daha sonra eşeğin belirlediği patikaya itiraz etmeyen tarla sahibinin düştüğü duruma düşmektedirler. Zamanında ses çıkarmadıkları için daha sonra ne kadar haklı olurlarsa olsunlar itirazları etkili olmamaktadır.

Denizlerde devletlerin egemenlik alanları nasıl oluştu?
İlk çağlardan beri devletlerin kara sınırları belli olmuştur. Çünkü egemenlikleri orada sona eriyordu. Denizlerdeki sınırların belirlenmesi ise son yüzyılda netleşmeye başlamıştır.  Dünyamız  20 ci yüzyılda devletlerin denizlerdeki egemenlik alanları konusunda büyük tartışmalar ve gelişmelere sahne olmuştur.

Sahilin hemen yakınında bir devletin söz sahibi olduğu Orta Çağdan beri kabul edilmekteydi.  Bu alana Karasuları deniyordu. 20.ci Yüzyılda Karasuları sınırının belirlenmesi ihtiyacı doğdu. Uzun tartışmalardan sonra her devletin sahilden itibaren 3 deniz mili Karasuları olduğu kabul edildi.

Ancak tartışmalar burada sona ermedi. Karasularının 6 mil olmasını isteyen veya  12  mile çıkmasını isteyen devletler oldu. Bu tartışmalar halen sürmektedir. 3 mile kadar devletlerin egemenlik hakları olduğu kuralı netleşmiştir. Böylece bu alan uluslar arası hukuk haline gelmiştir. Geriye kalan konular ise zaman içinde netleşecektir.

Karasuları tartışmaları sona ermeden denizlerde başka  tartışma konuları ortaya çıktı. Karasularına Bitişik Bölge alanı, Balık Avlama Bölgesi alanı, Kıta Sahanlığı alanı,  ve nihayet Münhasır Ekonomik Bölge alanı. Bu alanların her birinde hukukun oluşmakta olduğunu, tartışmaların henüz sona ermediğini söyleyebiliriz.

Bu gün bizi daha çok ilgilendiren Münhasır Ekonomik Bölge sorunu olduğu ve bu sorun Kıta Sahanlığı Sorunu ile bağlantılı olduğu için  diğer konuları bir tarafa bırakalım.
Kıta Sahanlığı sorununu şöyle özetleyebiliriz. Deniz altında bazı değerler olduğu ortaya çıkınca devletler deniz tabanının kendi kara parçalarının devamı ve ayrılmaz parçası olduğunu öne sürmeye başladılar. Böylece deniz tabanındaki değerlerden yararlanmak istediler.

Her devletin Kara Sularından  200 deniz miline kadar olan deniz tabanının o ülkenin Kıta Sahanlığı olduğu kabul edildi. Ne var ki bu kavramın ortaya çıkardığı sorunlar vardı. Örneğin Türkiyenin batı kıyılarından 200 deniz mili mesafe içinde Yunan adaları vardı. Böyle bir durumda Kıta Sahanlığı nasıl belirlenecekti? Kıta Sahanlığına bağlı haklar nasıl paylaşılacaktı?

Kıta Sahanlığı anlaşmazlıkları daha sonuçlanmadan deniz altında büyük  petrol  kaynakları olduğunun anlaşılması üzerine Münhasır Ekonomik Bölge kavramı ortaya çıktı.
Birleşmiş Milletlere üye devletlerin bir bölümü 1982 yılında bir araya gelerek Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesini yaptılar ve diğer devletlerin imzasına açtılar. Bu sözleşme denizlerde o güne kadar mevcut teamüllerle anlaşmaları  birleştirdi ve onlara Münhasır Ekonomik Bölge kavramını ekledi.

Kıta Sahanlığı kavramı deniz dibi ile ilgili idi. Münhasır Ekonomik Bölge kavramı bu kavrama  denizin içinde veya üstünde su ve rüzgar enerjisinden yararlanma gibi konuları da  ekledi.  Kıta Sahanlığı kıtanın devamı kabul edildiği için bu alanda  her devletin kendiliğinden mevcut bir hakkı olduğu kabul edilmişti. Münhasır Ekonomik Bölgede  ise maden arama kurallarına benzer şekilde devletlerin ilan ederek bir alan oluşturmaları gerekiyordu. İlan ettikten sonra bu alanda sadece o devletin yararlanma hakkı olacaktı. Devletlerin sahillerinden 200 deniz miline kadar olan bölgeyi Münhasır Ekonomik Bölgeleri olarak ilan etme hakları olduğu kabul edildi.

Buna göre bir devletin Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği yerin  genellikle Kıta Sahanlığı olması gerekiyordu. Kıta Sahanlığı konusunda anlaşmazlıklar olan yerlerde Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmesi halinde sorun nasıl çözülecekti?  Böyle bir sorunun savaşa dönme olasılığı olamaz mıydı?

Deniz Hukuku oluşturmada Türkiyenin pasif kalması
Türkiye, Egedeki  Kıta Sahanlığı anlaşmazlığına olumsuz  etkisi olabilir kaygısı ile 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesini  imzalamamıştır. Ancak imzalamasa bile bir noktada bu sözleşmeyi uygulamak zorunda kalmış ve Karadenizde Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmiştir. Burada nasıl bir olayla karşılaşıyoruz? Münhasır Ekonomik bölge konusunda uluslar arası hukuk oluşurken pasif kalan Türkiyenin daha sonra sözleşme doğrultusunda hareket etmek zorunda kaldığını, deyim yerinde ise bu yönde sürüklendiğini görüyoruz.

O zaman sormak zorunda kalırız Türkiye pasif kalmayıp ne yapabilirdi? Deniz hukuku sözleşme çalışmalarına katılıp Kıta Sahanlığı konusunda anlaşmazlık bulunan yerlerde Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmesinin doğru olmadığını, bunun çatışmalara neden olacağını öne sürebilirdi. Anlaşmazlık olan yerlerde  Kıta Sahanlığı konusunun öncelikle çözülmesi gerektiğini belirtip  bu sorunu çözecek kurallar önerebilirdi.

Böyle bir sınırlama ile karşı karşıya kalmayan  Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Münhasır Ekonomik bölgelerini ilan etmeye başladılar. Bunu yaparken geçmişten kalan Kıta Sahanlığı sorununun lehlerine çözülmüş olduğu varsayımı içinde hareket ettiler . Bugün ortaya çıkan anlaşmazlığın temel nedeni budur.

Egede  sınırı Türkiye ile Yunanistanın ana kıtaları arasındaki bir orta çizgide saptamış değildirler. Rodos ve Meis adası ile  Türkiye arasındaki orta çizginin  Kıta Sahanlığının sınırı olduğunu  kabul ediyorlar. Bu sınır belirleme yöntemine göre tüm
Ege, Yunanistanın Kıta Sahanlığı haline gelmektedir. Kıbrısta ise KKTC diye bir devlet olmadığını, tüm Kıbrısın Rum Yönetimine ait olduğunu ve Kıbrısın tüm çevresinin Rum Yönetiminin Kıta Sahanlığı olduğunu varsaymaktadırlar.

Yunanistan ile Kıbrıs Rum Yönetiminin öne sürdükleri Kıta Sahanlığı sınır saptama yöntemini kabul etmek mümkün mü? Böyle bir yöntemin kullanılması karşısında sessiz kalmak doğru mu?
Yunanistanın Kıta Sahanlığı sınır saptama yöntemine karşılık şöyle iddialar yapılabilirdi. İki devletin Kıta Sahanlığının çatıştığı  özel durumlarda bir devletin tek başına Kıta Sahanlığını saptamasının  mümkün olmadığı öne sürülebilirdi.  İki devletin karşılıklı makul koşullarda anlaşarak  Kıta Sahanlığı sınırlarını belirleyebileceği ve bu anlaşmanın hakkaniyet ilkelerine göre yapılması gerektiği iddia edilebilirdi.

Hakkaniyet ilkelerine göre  belirleme  o bölgede her ülkenin sahil uzunluğu dikkate alınarak bir  kıyaslama ile yapılabilir ve her ülke sahil uzunluğu oranında Kıta Sahanlığına sahip olabilir. Alternatif olarak Kıta Sahanlığı çevresinde yaşayan nüfus kıyaslanabilir ve  Kıta Sahanlığı buna göre bölüşülür. Bu gibi argümanlar Türkiye tarafından 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi yapılırken öne sürülebilir veya  şerh olarak sözleşmeye  konabilirdi. Böylece hukuk kurallarının Türkiye aleyhine oluşmasını önlemek için gayret gösterilmiş olurdu.

Türkiyenin öne sürmesi gereken bu tür görüşleri daha sonra başka devletler kendi sorunlarını çözmek öne sürdüler ve Uluslararası Mahkemelerde kabul gördüler. Örneğin 1985 yılında Libya ile Malta arasında gerçekleşen anlaşmazlıkta Uluslararası Adalet Divanı Yunanistanın Kıta Sahanlığı sınır belirleme yöntemini kabul etmemiştir.

Kanımca 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi yapılırken öne sürülmesi gereken en önemli argüman şöyle olabilirdi.  Kıta Sahanlığı sorunu çözülmemiş  alanlarda Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmesi doğru değildir. Çünkü böyle bir davranışın savaşlara neden olma olasılığı vardır.

Bu noktada Ege konusunu incelemeyi durdurmamız, bu konuda  daha ayrıntılı inceleme yapmayı  Anavatan hukukçularına bırakmamız yerinde olacaktır. Kendi konumuz olan Kıbrısa dönerek soralım. Kıbrısta neler yapılmalıydı? Kıbrısta ne hatalar yapıldı?

Kıbrıs Sorunu Nedir?
Kıbrısla ilgili Rum Yönetimi nin 2007 yılında ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge KKTC nin var olmadığı görüşüne dayanmaktadır. KKTC diye bir devletin var olduğunu herkes biliyor. Fiilen tüm organlarıyla oluşmuş böyle bir devlet vardır. Fakat bu devlet Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmamıştır. Tanınmayı talep de etmemiştir. Rum Yönetimi, böyle bir devletin mevcut olmadığını ve burasının Türkiyenin işgali altında bir bölge olduğunu öne sürmektedir.

Bunun yanı sıra Rum Yönetiminin 1960 da kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin devamı olduğunu iddia etmektedir. İleride iki toplumun anlaşarak iki toplumlu iki bölgeli bir federasyon kurmalarını kabul etmekle birlikte bu anlaşma gerçekleşinceye kadar Rum Yönetiminin tüm Kıbrısın devleti olarak hareket etmeye hakkı olduğunu öne sürmektedir.
Rum Yönetiminin ve KKTC nin yasal statülerini irdeleyebilmek için   Kıbrıs sorununu bilmek gerekir. Nedir Kıbrıs sorunu? Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege sorununu anlamak için hukukun ne olduğundan başlayarak günümüze kadar geldik. Kıbrıs sorununu  anlamak için ise arzu ederseniz en eskiden başlayalım.

Kıbrıs sorunu 93 harbi denilen Türk Rus harbinde, askeri yardım anlaşmasının bir koşulu olarak Kıbrısın İngiltereye kiralanması üzerine başlamıştır. Bu savaş 1878 de gerçekleşmişti. İslam takvimine göre 1293 de gerçekleştiği için 93 harbi denmektedir.

Irkçı olan ve aşırı milliyetçi duygularla hareket eden Kıbrıs Rumları daha İngiliz yönetimi başlar başlamaz adanın Yunanistana ilhakını talep ettiler. 1907 yılında henüz birinci dünya harbi başlamamıştı. 2.ci dünya harbinde İngilterenin başbakanı olacak olan Sir Winston  Churchill  genç bir diplomat olarak Kıbrısa geldi. Valiye tavsiyelerde bulunmak için kurulmuş olan ve kavanin meclisi denilen yasama meclisini ziyaret etti. Rum temsilci hemen ayağa kalkarak İngiltereden adanın Yunanistana verilmesini talep etti. Türk temsilci buna karşı çıktı ve eğer İngiltere adayı terk edecekse  Osmanlı devletine geri vermesi gerektiğini söyledi. Churchill Kıbrıs Rumlarının Anavatanları ile birleşmek istemelerinin çok soylu bir davranış olduğunu, ancak aynı hakkın Kıbrıs Türklerinde de olduğunu bu nedenle Kıbrısın Yunanistana verilemeyeceğini söyledi.

Kıbrıs sorununun ne olduğunu  bu tartışma anlatmaktadır. Kıbrıs Rumları  bu adanın kendilerine ait olduğunu düşünmektedirler. Kıbrıs Türklerinin bir azınlık olduğuna inanmaktadırlar. Buna göre onların Anavatanları ile  birleşme hakları vardır, fakat aynı hak Kıbrıs Türklerinde yoktur.  Kıbrıs Türkleri ise  Kıbrısta yaşayan iki eşit halk olduğunu Rum halkı kadar Kıbrıs Türklerinin de  hakkı olduğunu düşünmektedirler.

Kıbrıs sorunu işte bu iki zıt görüşün çatışması sonucu ortaya çıkmıştır.  Kıbrısta  iki eşit halk mı var, yoksa Türklerin azınlık olduğu tek halk mı? Kıbrıs Türkleri ve Rumları  eşit hak sahibi mi? İngiliz döneminin başladığı günlerden itibaren  bu soru sorulmakta ve bu çerçevede mücadele edilmektedir.

Kıbrıs mücadelesinde bazen Türklerin bazen Rumların başarılı olması
Zaman zaman Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs mücadelesinde büyük başarı gösterdiklerine tanık oluruz. Bazen ise tam ters bir gelişme olmakta ve Rumlar başarılı olmaktadır.
Türklerin en büyük başarısı 1959 Zürih ve Londra anlaşmaları ile gerçekleşmiştir. Çünkü bu anlaşmalar Kıbrısta yaşayan iki eşit halk olduğu ilkesine dayanmaktadır. Böylece  Zürih ve Londra anlaşmaları Kıbrısta Türklerin azınlık mı, yoksa eşit iki halktan biri mi olduğu  tartışmasını noktalamıştır.

İki halkın liderleri yani Makarios ve Dr.Küçük anlaşmayı iki eşit lider olarak imzalamışlardır. Anlaşmaların imzalanmasından sonra kabul edilen1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası da eşitlik ilkesini benimsemiştir.

1960 Anayasasında  Yürütme organında iki halk  eşit söz sahibi idi. Yürütme organının başında Rum Cumhurbaşkanı vardı onun Muavini ise Türktü .  Cumhurbaşkanı ile  yardımcısının bir birlerinin kararlarını veto etme hakları vardı. Yani devleti anlaşarak yöneteceklerdi. Anlaşamamaları halinde  birisinin tek başına hareket etme olanağı yoktu.
Yasama eşitti. Çünkü  yasaların yürürlüğe girebilmesi için  Türk ve Rum milletvekillerinin ayrı ayrı o yasayı kabul etmeleri gerekiyordu. Yargı eşitti çünkü yargının başına yabancı Alman bir hukukçu getirilmişti. Ona  biri Türk diğeri Rum iki yardımcı atanmıştı.

Özetle Kıbrıs Cumhuriyeti iki halkın eşit koşullarda kurdukları ve birlikte  yönetmeyi kabul ettikleri bir devlet idi.

1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ile Kıbrıs Türkleri eşitlik olan hedeflerine ulaşmış oluyorlardı. İki halk iç içe yaşamaktaydı. Ancak eşitlik yasal olarak sağlanmıştı. Bu durumdan Türkler memnun iken Rumlar şikayetçi idiler ve bu nedenle 1963 yılında Anayasada bulunan eşitlikle ilgili maddeleri iptal etmek için girişimde bulundular. Anayasanın 13 maddesinin  değiştirilmesini talep ettiler. Bu talebin Kıbrıs Türkleri ve Türkiye tarafından kabul edilmemesi üzerine Türk kesimlerine karşı silahlı saldırıya geçtiler. Anayasal düzeni zorla  değiştirmek ve Kıbrıs Türklerine karşı etnik temizlik uygulamak istediler. Anavatan Türkiyenin buna izin vermeyeceğini tahmin edemediler.

21 Aralık 1963 de başlayan gerginlik ve çatışma ortamı 1974 de kadar devam etti. 15 Temmuz 1974 de Rumlar son darbeyi vurmak istediler. Türkiye, uluslar arası anlaşmalara dayanan haklı tepkisini gösterdi ve  mutlu Barış Harekatı gerçekleşti. Harekattan sonra nüfus mübadelesi oldu ve iki halk kendi bölgelerinde kendi kendilerini yöneterek yaşamaya başladılar.

KKTC nin tanıtımında yetersiz kalınması
1974 de Kıbrıs Türkleri eşitlik olan amaçlarına fiilen kavuşmuş oldular. 1960 Anayasası ile eşitliği yasal olarak sağlamışlardı. 1974 de ise ayrı devlet kurarak fiili eşitliği sağladılar. Bu durumda Türklerin bir adım daha atarak bu eşitliği uluslararası hukukun kabul edeceği bir çerçeveye oturtması gerekiyordu. Bu da KKTC yi Rum Yönetimi ölçüsünde tanıtmakla mümkün olabilirdi.

Ancak inanılmaz bir gelişme oldu. Türkler eşitliklerini uluslararası hukuka uygun hale getirmek için hiç bir şey yapmazken Rum kesimi büyük bir mücadeleye girdi. Uluslararası alanda tüm Kıbrısın kendilerine ait olduğunu ve Türkiyenin haksız olarak kuzeyi işgal ettiğini  anlatmaya başladılar. Böylece Kıbrısta iki eşit halk olmadığını kanıtlamaya çalıştılar.
Rumlar bu mücadelelerinde çok başarılı oldular. Deyim yerindeyse Türkler fiili eşitliği sağlarken, Rumlar da uluslararası alanda yasal eşitsizliği sağladılar. Şu anda karşı karşıya olduğumuz tablo budur. Rum Yönetimi tanınmış AB ye girmiş, uluslar arası anlaşmalar yapmış, dünya devletlerinin onayladığı Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmiştir. Bunun yanı sıra tüm dünyanın belleğine KKTC nin yasal bir devlet olmadığı ve  Kuzey Kıbrısın Türkiyenin haksız yere işgal ettiği bir bölge olduğu bilincini yerleştirmiştir.

Kıbrısta Türkler tamamen haklıydı çünkü ortak devleti yıkan Rumlardı. 15 Temmuz 74 de Kıbrısı Yunanistan bağlama girişiminde bulunmuşlardı. Hukuk ilkelerine göre KKTC nin Rum Yönetiminden daha yasal olması gerekiyordu.  Hiç değilse Rum devletinin uluslararası alanda tanınmışlığı ölçüsünde Kıbrıs Türk  devleti de tanınmalıydı. Ne var ki 1960 da büyük bir diplomatik zafer kazanan, 1960 Anayasası ile eşitlik ilkesini yasal hale getiren ve 1974 de fiili eşitliği sağlayan Türk tarafı 1974 den sonra uluslar arası alanda eşitliği koruyamadı. Ayrı bir devlet olarak tanınmayı talep etmedi. Eşitlik için gerekli olan hiçbir şey yapmadı. Buna karşılık Rumlar yüz yıl önce başlattıkları mücadeleye daha da hız vererek devam etmektedirler.

KKTC Anayasasına göre KKTC bağımsız bir devlettir. Ancak böyle bir devlet olmanın gereğini yerine getirerek tanınma talep etmemiştir. Bu durumda Kuzey Kıbrısta yarım kalan bir devlet  oluşumu olduğunu söyleyebiliriz. Belki Türk tarafı, KKTC yi uluslararası alanda tanıtmanın zahmetine katlanmak istemedi. Halbuki bunu yapsaydı ve KKTC hiç değilse dünya devletlerinin bir bölümü tarafından tanınsaydı,  hidrokarbon konusu tüm  dünyada  çok daha farklı değerlendirilecekti. O zaman KKTC nin kendisine ait bir Kıta Sahanlığı olduğu kabul edilecekti. KKTC nin Kıta Sahanlığı üzerine Rum yönetimi Münhasır Ekonomik Bölge ilan edemeyecekti.

Türkiyenin tepkisi
Tarafsız bir değerlendirme yaptığımız zaman Kıbrısta, kendi lehinde yasal durum oluşturmak için her fırsatı değerlendiren ve bunun için yoğun tanıtım yapan Rum tarafı bulunduğunu, buna karşı Türklerin çok pasif kaldığını görürüz. Böylece Rumlar dünya kamu oyunun onayladığı bir ortam yaratmaktadır. Büyük bir haksızlığın gerçekleşmekte olduğunu gören Türkiye ise bir noktada harekete geçmek zorunda kalmakta ve tepki göstermektedir. Türkiye bakıyor ki tüm Ege, Yunanistanın Kıta Sahanlığı diğer bir deyimle Yunan gölü olmak üzere. Yunanistan son kayalığı da almaya çalışıyor. Tepki göstermek zorunda kalıyor ve Kardak krizi gerçekleşiyor.

Kıbrısta ise Rum Yöntemi KKTC diye bir devlet olmadığını, Kıbrıs çevresinin Rum Yönetiminin  Kıta Sahanlığı olduğunu dünya devletlerine kabul ettirmiş. Son anda KKTC ile Türkiye arasında Kıta Sahanlığı anlaşması yapılıyor. Oluşumunu tamamlamamış bir devletle orayı işgal etmekle itham edilen bir devlet arasında  yapılan bu anlaşma dünya kamu oyu tarafından benimsenir mi?

Türkiyenin güçlü bir devlet olduğunu ve Rumların kendi lehlerine oluşturdukları yasal ortamın Türkiyeyi etkilemeyeceğini düşünebiliriz. Ne var ki hidrokarbon konusunda Türkler tamamen haklıdır. Hukuk ilkelerinde hareket edince ve tarafsız bir değerlendirme yapınca Egede Türkiyenin,  Kıbrısta KKTC nin haklı olduğunu görürüz. Bu hakların korunması için zor kullanmaya ve büyük kayıplar vermeye gerek olmamalıdır.

Uluslararası örgütler yayınladıkları haritalarda tüm Egenin Yunanistanın Kıta Sahanlığı olduğunu belirtiyorlar. Kıbrısta ise Kıbrısın tüm çevresinin  Rum Yönetimine ait  Kıta Sahanlığı olduğunu gösteriyorlar. Bu çevrelerin Rum sempatizanı olduğunu ve Türklere karşı diskrimnasyon yaptıklarını düşünebiliriz. Ancak bu düşünce kısmen doğrudur.  Gerçekte büyük bir kesim Rumların yıllar süren bitmez tükenmez tanıtım ve hukuk oluşturma gayretlerinden  etkilendikleri için böyle düşünmektedirler. Uluslararası şirketler de bunu dikkate alarak hareket etmektedirler.

Kuşku yok ki uluslararası şirketler kendi çıkarlarını düşünerek hareket edeceklerdir . Ancak Rum Yönetiminin oluşturduğu ve dünyaya  kabul ettirdiği ortam onları yönlendirmektedir. Böylece Kıbrıs çevresinde durum geriye dönülmez bir noktaya doğru gitmektedir. Bu noktaya zamanında yapılması gerekenleri yapmadığımız için gelmiş bulunuyoruz. Böyle bir ortamı değiştirmek için büyük çaba harcamak ve fedakarlıkta bulunmak gerekebilir.

Dost devletlerin yaklaşımı
Rumların hidrokarbon konusunda dünya kamuoyunda oluşturdukları  adaletsiz ortamı kırmak için dost devletlerden yararlanmak söz konusu olabilirdi. 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesine göre devletler aralarında anlaşarak örtüşen Münhasır Ekonomik Bölge alanlarını paylaşabilirler. Bu durumda Türkiyenin Suriye,Lübnan, Israil ve Mısırla yakın dostluk kurarak Rum taleplerini etkisiz hale getirecek anlaşmalar yapması söz konusu olabilirdi. Ancak bu devletlerle dostluk  ufukta görünmüyor.  Gerçekte dostluk kurma mücadelesinde de Rumlar öne geçmiş durumdalar.

Kıbrısta  KKTC nin devlet oluşumunu tamamlaması halinde Kıta Sahanlığı sorunu kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Bunu yapmayıp son anda Türkiye ile Kıta Sahanlığı anlaşması yapılması tutarlı mı? Daha önce KKTC nin tanınması talebiyle karşılaşmamış devletler ve petrol arayan büyük şirketler böyle bir anlaşmaya  önem verirler mi?

Kıbrısta toplumlar arası görüşmelerin durması
Kıbrısta toplumlararası görüşmeler 1968 den beri devam etmektedir. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi tarafların bir anlaşmaya varmaları kolay değildir. Çünkü Rumlar tüm Kıbrısın kendilerine ait olduğunu düşünmekte Türkler ise Kıbrısta iki eşit halk olduğuna inanmaktadır. İki tarafı uzlaştıran çok iyi bir anlaşma olan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ise savaşla sonuçlanmıştır. Görüşmeleri izleyenler Rumların amacının Türklere kağıt üstünde kalacak göstermelik bazı haklar tanıyarak kendi hedefleri doğrultusunda yollarına devam etmek olduğunu açıkça görürler.

Görüşmeler devam ederken Barbaros sismik araştırma gemisi Rum Yönetiminin yetki verdiği  petrol şirketlerinin faaliyet gösterdiği alanlarda araştırma yapmaya başlamıştır. Türkiye bu alanda  Navtex yani seyrüsefer güvenlik bilgilerinin Türkiye tarafından verileceğini ilan etmiştir. Bu nedenle Rum Yönetimi başkanı toplumlararası görüşme masasını terk etmiştir. Türkiye Barbaros gemisini geri çekmeden ve Navtex e son verilmeden görüşmeyeceğini söylemektedir.

Bu krizi yukarıdaki bilgiler ışığında değerlendirdiğimiz zaman nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalırız. Egede ve Kıbrıs çevresinde tüm kıta sahanlığının kendilerine ait olduğunu düşünen Rumlar bu yönde yıllarca adım adım ilerlemişler ve dünya kamu oyunu  taraflarına çekmeyi başarmışlardır. Bir anlaşma olur diye bekleyen Türklerin pasifliğinden yararlanmışlardır. Şimdi tüm hakların elden gitmekte olduğunu gören Türkler bir tepki gösteriyorlar. Eğer görüşmelerin başlaması için Kıbrıs çevresinde geri adım atılırsa bu ne anlama gelecek, onu düşünmek zorundayız. Bu yaklaşım, tüm Kıbrıs çevresinin Rum Yönetiminin Kıta sahanlığı olduğunun Türkiye tarafından kabul edildiği anlamına gelecektir. Tarafsız hukukçular bundan KKTC diye bir devlet olmadığı, Türkiyenin Kıbrısı haksız yere işgal ettiği sonucunu çıkaracaklardır. Türkiyenin de Rum iddialarını kabul ettiğini düşüneceklerdir. Bu durumda Türkiye ya haklarından vazgeçmek zorunda kalacak ya da ileride çok daha sert bir tepki ile haklarını korumak zorunda kalacaktır.

Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasındaki haklara başvurulması
Türkiye ve KKTC diyor ki "Kıbrısta müzakereler devam ediyor, biz bir  anlaşmaya varılmasını istiyoruz. Anlaşmaya varmak için elimizden geleni yapıyoruz. Masadan kaçmıyoruz. Görüşmelerde hidrokarbon konusunun merkezi hükümetin yetki alanı içinde olacağı konusunda prensip anlaşmasına varılmıştı. Şu halde bu konuda bizim de söz hakkımız olmalıdır."  Bu iddialara karşı Rumların yanıtını şöyle özetleyebiliriz.  "1968 den beri iki toplum arasında müzakereler devam etmektedir. Yakında sona erecek gibi de görünmüyor. Görüşmelerde varılan ilke anlaşmaları nihai anlaşmanın imzalanmasından sonra yürürlüğe girecektir. Anlaşma oluncaya kadar biz eski Kıbrıs Cumhuriyetinin yetkilerini kullanmaya devam edeceğiz. Çünkü biz eski Kıbrıs Cumhuriyetinin devamıyız."
Rum görüşünün haksız olduğunu biliyoruz. Ancak bunu söylemek bir anlam ifade etmiyor.   Bir hukukçu olarak Rum görüşüne tutarlı bir yanıt vermeliyiz. Ben şahsen bu tutarlı yanıtın şöyle olabileceği görüşündeyim.

Rum Yönetiminin görüşleri çelişkilidir ve tutarsızdır. Rum Yönetimi önce 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin sona erip ermediği konusunda kesin bir karar vermek zorundadır. Bilindiği gibi Kıbrıs 21Aralık1963 den beri fiilen ikiye bölünmüş durumdadır. Türk kesimini Türkler Rum kesimini Rumlar kendi yasalarına göre yönetiyorlar. Eğer Rum Yönetimi 21 Aralı 1963 den beri ayrı ve yeni bir devlet kurmuşsa KKTC yi tanımak zorundadır. Çünkü ayrı devlet kurma hakkı eşit hak sahibi olan Kıbrıs Türklerinde de vardır.

Rum Yönetiminin KKTC yi tanımayacağını biliyoruz. Tüm adaya sahip olmayı milli bir ideal olarak benimseyen Rumlar böyle bir görüşe sıcak bakamazlar. O zaman haklarını dayandırdıkları 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasını uygulamak zorundadırlar.

Kıbrıs Cumhuriyetinin devam ettiğini  ve Kıbrıs Rum Devletinin eski Kıbrıs Cumhuriyetinin devamı olduğunu iddia eden Rum Yönetimi,  Anayasanın Türklere tanıdığı hakları niçin uygulamadığını açıklamalıdır. Anayasaya göre iki halk devleti ortaklaşa yöneteceklerdi. Anayasanın Türklere ait haklar yokmuş gibi uygulanmasının yasal bir dayanağı yoktur.
21 Aralık 1963 de Türkler devletten dışlandığı ve Kıbrıs Türkleri enklavlarda kendi ayrı yönetimlerini kurdukları zaman   Rum Yönetimi yönettiği adanın büyük bölümünde Türklerin Anayasadaki haklarını askıya almıştı. Bunun yasal gerekçesini de "zorunluluk doktrini" ile ifade etmişti. Yani Rum Yönetimine göre Kıbrıs Cumhuriyeti ve Anayasası devam etmektedir. Sadece Türklerin ayrılmasının yarattığı bir zorunluluk sonucu Türklerin hakları askıya alınmıştır. İşte bizim yapabileceğimiz yasal argüman bu noktada olabilir. Hidrokarbon konusunda zorunluluk ortadan kalkmıştır. Bu nedenle Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasındaki Türk haklarının uygulanmasını talep etmeliyiz.

Bizim Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının yürürlükte olup olmadığı konusunda karar vermemize gerek yoktur. Anayasayı uyguladığını iddia eden Rum Yönetimidir ve niçin eksik uyguladığını açıklamak zorundadır.

Geçmişte Türk haklarını askıya almanın bir gerekçesi vardı. Şimdi bu gerekçe ortadan kalkmıştır. Geçmişte bu konuda bir  zorunluluk olduğu iddia edilmişti. Halbuki şimdi böyle bir zorunluluk yoktur. Çünkü müşterek bir Komisyon kurulabilir. Hidro  karbon konusunda karar alma yetkisi bu Komisyona verilebilir.

Müşterek bir Komisyon kurulması ve hidro karbon kararlarının bu Komisyon tarafından alınması önerisini Türk tarafı daha önce yapmıştı. Ancak bu görüşün tutarlı bir yasal dayanağı öne sürülememiştir. Bu nedenle dünya kamu oyunda kabul görmedi.
Dünyada Rum dostu olan ve Türklere karşı diskriminasyon uygulayan insanlar  çoktur. Bu bizi yanıltmamalıdır. Dünyada vicdan sahibi tarafsız insan da çoktur. Sorun Türk hukukçuların tarafsız olanları ikna edecek yasal gerekçeler gösterebilmesidir.  Dünyanın tarafsız hukukçularının kabul edebileceği  tutarlı yasal argümanlar öne sürebilmemiz gerekir. 
Sonuçta  hidrokarbon sorununu şöyle özetleyebiliriz. Türkler, hidrokarbon konusunda tamamen haklı oldukları halde fiili durum yaratmada ve hukuku oluşturmada  zayıf kaldıkları için Egeyi ve Kıbrıs çevresini Rumlara kaptırmak üzeredirler.

KKTC çevresinde Kıta Sahanlığına sahip çıkmak için devlet oluşumunu tamamlamamız gerekmektedir. Eğer bu yapılmayacaksa alternatif olarak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasındaki haklarımıza tarafsız hukukçuların  kabul edebileceği tutarlı yasal argümanlarla sahip çıkmaya çalışmalıyız.