Yaşam Öyküm
Halil Erdim kardeşim tanıdığı kişilerin yaşam öykülerinin yer aldığı bir kitap yazdığını ve bu kitapta benim yaşam öyküme de yer vermek istediğini söyledi. Bu önerisinden dolayı kendisine teşekkür ederim. Yaşamım boyunca meydana gelen olayların ilginç bölümlerini sizlere anlatmaya çalışacağım.
Çocukluk
10 Şubat 1941 tarihinde Gazi Mağusa'da surlar içinde, Lala Mustafa Paşa Camisi yakınında bulunan evimizde dünyaya geldim.
Doğduğum yıllar savaş yıllarıydı. İlk anım tehlike sirenlerinin çalması ve avluda bulunan sığınaklara koşmamız oldu. Alman uçakları Mağusa limanında bulunan İngiliz savaş gemilerini batırmak için gelmişlerdi. İngiliz uçakları onlara karşılık veriyordu. Bu nedenle hava çatışmaları oluyordu. Sirenler insanlar sığınaklara gitmeleri için uyarıyordu. Hava savaşlarının ayrıntılarını bilmiyorum. Sadece halkı Alman uçaklarının hiçbir İngiliz gemisini batıramadığını söyledipini hatırlıyorum.
Savaş yıllarından kalan diğer bir anım evimizde gaz maskelerinin bulunması idi. Bu Kıbrısta kimyasal saldırı tehlikesi olduğunu gösteriyordu. Diğer bir anım ise tüm pencere camlarına seloteyp benzeri beyaz şeritlerin yapıştırılmış olmasıydı. Bomba atıldığında camların etrafa saçılıp insanları yaralamaması için bu önlem alınmıştı.
Sokaklarda İngiliz askerlerini görüyorduk. Bir süre sonra savaş sona erdi. Buna rağmen İngiliz askerlerini görmeye devam ettik. Hint asıllı askerler özellikle dikkatimizi çekiyordu.
Savaş yıllarında Kıbrıs Türk Halkı çok fakirdi. Bu gün her çocuğun oynadığı balonu ilk gördüğümde çok şaşırdığımı ve bunun ne olduğunu babama sorduğumu hatırlıyorum. Evlerde esmer şeker kullanılıyordu. Bugün zararlı olduğunu işittiğimiz beyaz şeker evimize ilk geldiğinde annem sevinmiş ve "artık kıtlık sona eriyor" diye yorum yapmıştı. Bunun gibi İngiliz askerlerinin beyaz francala yemesini de büyük bir lüks olarak algılıyorduk. Herkes bu francalalardan alma çabası içine girmişti.
Babam göz doktoru Mehmet Ali Bey, Kıbrısın ilk Türk doktorlarından biri idi. Mağusa devlet hastanesinde göz doktoru olarak çalışıyordu. O tarihte Kıbrısta trahom diye çok kötü bir göz hastalığı vardı. Trahom insanı kör eden korkunç bir hastalık idi. Çevrede bu hastalığa yakalanmış gözleri görmeyen ve dilenen insanlara rastlanırdı.
İngiliz Yönetimi trahomu ortadan kaldırmak için kapsamlı bir mücadele başlatmıştı. Babam Mağusa Kazasında bu mücadeleyi yürüten ekibin başında idi. Mağusa kazasında bulunan sağlık ocaklarını periyodik olarak ziyaret eder ve göz hastalarını tedavi ederdi. Bazı ziyaretlerinde beni de yanında götürürdü.
Sağlık ocaklarının duvarlarında "Körlük ölümden beterdir", "Trahom insanı kör eder" şeklinde yazılar asılıydı. Böylece insanlar muayene ve tedavi olmaya yönlendirilmek istenirdi. Trahom bulaşıcı bir hastalıktı ancak insan, kör olmadan önce tedavi olmaya başlarsa körlük önlenebilirdi. Babam sağlık ocaklarının yanı sıra Mağusa kazasında bulunan her köyü ve her okulu yılda en az bir kez ziyaret eder ve herkesin gözlerine bakardı . Böylece tüm halkı taramaya çalışırdı.
Gittiğimiz okullarda çocuklar sıraya dizilirdi. Babam çocukların gözlerine bir bir bakarak ilaç koyardı. Her okulda birkaç çocuğun trahom hastalığına yakalandığını saptar ve onları ayırarak tedavi etmeye başlardı. Böylece bu hastalığın kökü tamamen kurutuldu. Kıbrıs'ta trahom diye bir hastalık kalmadı. Ne kadar ilginçtir ki bu korkunç hastalık unutulmuştur. Hastalığın bir zamanlar Kıbrısta var olduğunu anımsayanlar bile oldukça azalmaktadır.
O yıllarda trahom gibi sıtma hastalığına karşı da büyük bir mücadele verildi. Bu mücadele sonunda da Kıbrıs'ta sıtma hastalığı tamamen son buldu.
Lise ve Üniversite Tahsili
İlk Okulu bitirdiğim yıllarda Mağusada Namık Kemal Lisesi açıldı. Namık Kemal orta okulunda okuyarak mezun oldum. Okulumuzda Türkiyeden gelen öğretmenler ders veriyordu. İlk müdürümüz Yavuz Konnolu idi. Daha sonra Zeki Peser müdür oldu. Öğretmenler arasında tanınmış bir şair olan İbrahim Zeki Burdurlu gibi öğretmenler vardı. Öğretmenlerimizin Türkiyenin en iyi öğretmenleri olduğunu ve seçilerek Kıbrısa gönderildiklerini daha sonra öğrendik.
Ben Ortaokulda iken babam emekli oldu ve Lefkoşa'ya taşındık. Bu nedenle Lefkoşada bulunan Kıbrıs Türk Lisesinde tahsilime devam ettim. Sınıfın çalışkan öğrencilerinde biriydim. Genellikle matematik ve fizik gibi derslerde yüksek not alıyordum. Bu nedenle fen kolunda okumayı tercih etmiştim. 1958 de Lise son sınıfa geldiğimizde bir şanssızlık oldu. Benim dışımda fen kolunun tüm öğrencileri matematik dersinden geçersiz not aldılar. Bu nedenle Haziran döneminde, Kıbrıs Türk Lisesi Fen kolunun mezun ettiği tek öğrenci oldum. Bu olayın toplumun dikkatini çektiğini ve o günlerde çok konuşulduğunu anımsıyorum. Arkadaşlarım bütünlemeye kalıp eylül döneminde mezun oldular. Birlikte Türkiye ye üniversite tahsiline gittik.
Babam Mağusada görevli olduğu için çocukluk yıllarımı Gazi Mağusada geçirmiştik. Fakat babam Laptalı idi. Annem ise Karpazın Balalan köyünden geliyordu. Her iki köyde de taşınmaz mallarımız vardı. Tatillerin bir bölümünü Laptada diğer bölümünü ise Balalanda geçirirdik. Laptada en önemli anım Zihni Dayının kahvesi ve deniz sahilindeki kaliflerdi. Tatillerde kardeşimle bahçede veya tarlada çalışırdık. Bu nedenle kendimi bir köy çocuğu olarak algılarım.
Babam doktor olduğu için büyük ağabeyim Hüseyin de doktor olmuştu. Eşi de doktor idi. Ailede yeterli doktor olduğu için ben başka bir alanı tercih ettim. Annemin kardeşi Mehmet Zeka Bey Kıbrısın tanınmış yargıçlarından biri idi. Bu nedenle hukuk tahsili yapmaya karar verdim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt yaptırdım.
Üniversite tahsilimiz başladığında okulda 27 Mayıs İhtilali öncesi olaylar gerçekleşmekteydi. 28 Nisan 1960 günü atlı polisler üniversite avlusuna girdiler. Öğrenciler polislere karşı direnç gösterdi. Arkasından 27 Mayıs ihtilali geldi. İhtilali diğer öğrencilerle birlikte coşku içinde destekledik.
Ne var ki bir süre sonra Yassıada duruşmaları başladı. Duruşmalardaki konuşmaları ve prosedürü adaletsiz bularak rahatsız oldum. Öğrenci hareketine katılanlar duruşmalara izleyici olarak katılmak için davet alıyorlardı. Onların duruşmada yargılananlara karşı bir ortam oluşturmaları bekleniyordu. Duruşmaları onaylamadığım için gitmeyi kabul etmedim ve 27 Mayıs ihtilalini savunan öğrenci grubundan uzaklaştım.
Kıbrısta Çatışmaların Başlaması
Hukuk fakültesinde öğrenimime devam ederken 21 Aralık 1963 çatışmaları başladı. Kıbrıs'ta katliam olacağı ve ailelerimizin öldürüleceği kaygısı içine girdik. İstanbulda bir araya gelerek Kıbrısa gitmenin yollarını aramaya başladık. Türk Hava Yollarının, Kıbrısa sefer yapmaya devam ettiğini öğrenince ilk uçakla Kıbrısa gittim. Leşkoşada Mehmet Ali Tremeşelinin özel mücahit bölüğüne katıldım. Daha sonra Türkiyede bulunan diğer Kıbrıslı öğrenciler de Kıbrısa gelerek geri döndüler. Onlar Türkiyeye dönünce çaresiz ben de geri İstanbula döndüm. Döndüğüm zaman öğrenciler kafile kafile Erenköy e gitmeye başlamışlardı. Benim gibi son sınıfta olanlar İstanbuldan ayrılmış durumda idiler.
Gidecek guruplardan birine yazıldım. Fakat hareket günü gelmeden önce beklenmedik bir olay oldu.
Türkiye Milli Talebe Federasyonu Kıbrıslı öğrencilere bir çağrı yaparak,1964 yazında uluslar arası bir öğrenci konferansı olacağını, bir Kıbrıslı Türk öğrencinin orada konuşması ve Kıbrıs Türklerinin davasını savunması gerektiğini bizlere bildirdi. Bu işi yapabilecek öğrenciler Türkiye Milli Talebe Federasyonunda toplandık. Sonuçta benim gitmem konusunda görüş birliğine varıldı.
Bu konferans Yeni Zelanda nın Christchurch kentinde yapıldı. Dünyanın tüm ülkelerinden gelen öğrenci temsilcileri toplandık. On günden fazla süren bu konferansta diğer konuların yanı sıra Kıbrıs sorunu da tartışıldı. Dört konu üzerinde duruldu. Güney Afrikadaki ırk ayırımı, Vietnam, Filistin ve Kıbrıs.
Rum öğrencileri temsilen iki kişi gelmişti. Sürekli kendi Yöneticilerinin propagandasını yapıyorlardı. Onlar sürekli olarak Kıbırısta tek devlet, tek egemenlik ve tek halk olduğunu söylüyorlardı. Kıbrıs Türk halkının bir azınlık olduğunu ve devlet düzenine karşı geldiklerini öne sürüyorlardı. Türkiye Milli Talebe Federasyonundan gelen arkadaşlarla birlikte bu iddialara yanıt veriyorduk. Kıbrısta eşit iki halk olduğunu, Anayasaya göre egemenliğin iki halk arasında paylaşılması gerektiğini, Rum Yönetiminin Anayasal düzeni bozarak Türk halkına karşı etnik temizlik suçu işlediğini anlatıyorduk.
10 gün süren konferansta etkili bir mücadele verdiğimizi sanıyorum. Bu konferansta Rumların tanıtım ve propagandaya ne kadar büyük önem verdiklerine tanık oldum. Bu gün dahi aynı görüşleri öne sürmeleri ve bizim yeterli yanıt vermememiz ilginç bir gözlemimdir.
Konferanstan Türkiyeye geri dönerken Erenköy savaşı gerçekleşti. O zaman Rum propagandasının Türkiyenin müdahale etmesini engellemek amacıyla yapıldığını anladım. Rum öğrenci temsilcilerinin iddiaları kabul edilmiş olsa Türkiyenin uçaklarını göndererek savaşa katılması ve arkadaşlarımızın hayatını kurtarması mümkün olmayacaktı.
Türkiye'ye dönünce Ankara'ya gittim. Erenköye gitmeye hazır olduğumu bildirdim. Maltepe yurdunda Erenköy e gitmeyi bekleyen bir gurup öğrenci daha vardı. Onlarla birlikte Erenköye gitmek için bir ay kadar bekledik. Sonunda bize bu projenin tamamen durduğunu ve Erenköydeki öğrencileri geri getirme çareleri arandığı söylendi.
Çaresiz İstanbula döndüm. Arkadaşlarım cephede iken derslere devam edip mezun olmayı etik bulmuyordum. Bu nedenle İstanbul Kıbrıs Türk Talebe Cemiyetinin faaliyetlerine katılmaya başladım. Bir süre sonra bu derneğin başkanı oldum.
Türkiye Milli Talebe Federasyonu Cağaloğlunda bulunan binasında bize bir oda verdi. O tarihlerde Kıbrıs sorunu tüm Türkiyenin gündeminde son derece canlı bir konu idi. Oradaki arkadaşlarla birlikte sürekli faaliyetlerde bulunduk. Taksim ve Beyazit meydanlarında yapılan mitinglerde halka konuştuk. Türkiye Hükümetinin Kıbırısa ilgisini canlı tutmaya çalıştık. Kıbrıs Türk Kültür Derneği Başkanı Derviş Manizade ile Türkiye Hükümeti Başbakanlarını ziyaret ederek Kıbrısla daha fazla ilgilenmesini istedik. Ziyaretlerden birini Başbakan Süleymen Demirel e yapmıştık. Derviş Bey, Üniversitelerde tanınmış Kıbrıslı öğretmenleri de heyete dahil etmişti. O zaman Türkiyede bu kadar çok Kıbrıslı profesör olmasına hayret ettim. Bu profesörlerin arasında Süleyman Demirel in öğretmenlerinin de bulunması ilginç bir anım oldu.
Türkiye'nin Kıbrıs Türk halkını koruyacak daha etkili adımlar atmasını istiyorduk. Bu arada Erenköy de mahsur kalan arkadaşlarımızın geri getirilmesi için Hükümete baskı yapmaya çalıştık.
Sonuçta uzun bir beklemeden sonra Erenköyde bulunan arkadaşlarımız geri geldiler. Derhal derneğin olağanüstü genel kurulunu topladım. Erenköyden gelen arkadaşlar bizim çalışmalarımızdan ve onların geri gelmesi için gösterdiğimiz gayretlerden memnundular. Başkan olmaya devam etmemi önerdiler. Bunu doğru görmedim ve seçimde aday olmadım. Başkanlığı arkadaşım Ergün Vehbi ye devrettim.
Arkadaşlarım geri dönünce derslere tekrar devam ederek kısa sürede mezun oldum İstanbuldan ayrılarak İngilizcemi ilerletmek için İngiltereye gittim.
İngiltere Deneyimleri
Diğer lise mezunlarından daha iyi İngilizce biliyordum. Ancak bu benim için yeterli değildi. İyi İngilizce konuşabilmek benim için ciddi bir sorundu. Bunun için lisan okullularının yeterli olmayacağını düşündüm. Sıra dışı bir yöntem izleyerek lise ayarında yani O. level imtihanlara hazırlayan bir okula kayıt yaptırdım. İngilterede okuyan normal bir lise öğrencisi gibi bir yıl tarih, coğrafya ve diğer dersleri öğreten bu okulda okudum. Böylece İngilizcemi geliştirebildiğimi düşünüyorum.
Gittiğim Kennington College isimli okulda Kıbrıs Rumlarını yakından tanıma fırsatını buldum. Okulda öğrenciler dört ana gruba ayrılıyordu. Avrupalı öğrenciler, Çinliler, Afrikalılar ve Kıbrıslılar. Okul Müdürü Kıbrıslı öğrencilerin aralarında bir kişiyi temsilci olarak seçmelerini istedi. Ben üniversite mezunu olduğum için diğer öğrencilerden daha büyüktüm. Kıbrıslı öğrencilerin yüzde sekseni Rum olmasına rağmen benim temsilci olmamı uygun gördüler.
Bu vesile ile Rumları yakından tanıma fırsatını buldum. Onları aşırı milliyetçi , duygusal ve biraz da çocukça buldum. Rum öğrenciler le aramda hiçbir anlaşmazlık olmadı. Bireysel olarak Türklerle dost olabildiklerini gördüm. Fakat Türk milletine veya Kıbrıs Türk Halkına hak tanımaya asla razı değillerdi. Milli duyguları dini bir inanç gibiydi. Onları tanıdıkça Kıbrısta iki halkın ayrı ayrı yaşamak zorunda olduğuna ve bunun dışında barış gerçekleşemeyeceğine inandım.
Avukat ve Daha Sonra Yargıç Olmam
1967 yılında Kıbrıs'a döndüm ve avukatlık stajı yapmaya başladım. Baro imtihanını geçerek avukat kaydımı yaptırdım. 1969 yılında eşim Peyman Hanımla la evlendim. Bu evlilikten Erdem ve Mehmet Metin isimli iki oğlumuz oldu.
1969 yılında avukatlık yapabileceğim bir yer arayışı içine girdim. Avukatlık yapabileceğim iki yer olabilirdi. Girne ve Mağusa . Babamın köyü Lapta Rum işgali altında olduğu ve bağımsız bir Türk bölgesi olmadığı için Girnede avukatlık yapmam olanaksızdı. Annemin köyü Balalan özgürdü. Gazi Mağusada ayrı bir Türk Mahkemesi vardı. Bu nedenle 1969 yılında Mağusada ofis açarak avukatlık yapmaya başladım.
O tarihte Mağusa'da sadece iki avukat vardı. Benim katılmam la sayımız üç oldu. Avukatlar az olduğu için işimizin iyi olduğunu söyleyebilirim. Ancak ben yargıç olmak istiyordum. Avukatın görevi müvekkilinin haklarını savunmak, yani yasalar çerçevesinde onun adına kavga etmektir. Yargıcın görevi se bu kavgayı adil bir şekilde sonuçlandırmaktır. Yargıçlığı karakterime daha uygun gördüğüm için ihtiyaç olduğunu öğrenince müracaat ettim. 1973 yılında yargıçlığa atandım.
Kısa süre sonra 20 Temmuz 1974de Mutlu Barış Harekatı gerçekleşti. Fiilen savaşa katılıp cephede savaşanlardan biri oldum. Bölük Komutanımız Ali Osman, Takım Komutanımız Veli Hakkı idi. Savaşta unutulmaz anılarım ve dostluklarım oldu.
1974ten sonra yargıçlığa devam ettim ve yargının hemen her alanında görev yaptım. 1985 yılında Yüksek Mahkeme Yargıçlığına yükseldim. 2002 yılında ise Yüksek Mahkeme Başkanı oldum. Yasa gereği emekliye ayrıldığım 2006 yılına kadar bu görevde kaldım. Yargıç olarak görev yaptığım süre içerisinde birçok önemli davayı şahsen dinledim veya dinleyen heyetin içinde bulundum. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Yüksek İdare Mahkemesi başkan veya üyesi olarak birçok kararı kaleme aldım, birçok karara katıldım veya karşı görüş yazdım. 2002- 2006 yılları arasında diğer görevlerimin yanı sıra Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı'nı da yaptım.
Benimle birlikte yargıçlık yapan veya avukat olan bir grup arkadaşla birlikte Kıbrıs Türk Yargısını dünyanın en iyi yargısı haline getirme idealini benimsedik ve bu doğrultuda etkin adımlar attık.
Yargıda benimsediğimiz ve gelişmesine katkıda bulunduğumuz ilkeler
Yargı Bağımsızlığı
Benimsediğimiz önemli ilkelerden biri yargı bağımsızlığı ilkesiydi. Yargının Yürütmeden tamamen bağımsız ve tarafsız olması gerektiğine inanmıştık. 1975 Anayasasını hazırlayan kurucu meclisteki arkadaşlarla bu konuyu tartışıyorduk. Onların inisiyatifi ile adalet bakanlığı ortadan kaldırıldı. Bu dünyanın hiçbir yerinde denenmemiş son derece ilginç bir girişimdi.
Böylece KKTC dünyada yargının tamamen bağımsız olduğu ve tüm siyasi parti ve görüşlere eşit mesafede durduğu bir ülke haline geldi. Uygulamada bazı sorunlar çıkıyordu. Bu sorunları ortadan kaldırmak için 1985 Anayasasında değişiklikler yapıldı. Yargı bağımsızlığı alanında dikkati çeken bir başarı sağladığımızı ve diğer bir çok ülkeden üstün hale geldiğimizi düşünüyorum.
b)Seçimler
2002 2006 yılları arasında diğer görevlerimin yanı sıra Anayasamız gereği Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı yaptım.
Dünyada seçimler genellikle yargı tarafında denetlenmektedir. KKTC de bundan daha ileri gidilmiştir. Seçimler doğrudan yargıçlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Biz de tüm dünyadan ileride olduğumuzu ve daha adil seçimler gerçekleştirdiğimizi kanıtlamaya çalıştık.
2003 Milletvekili Genel Seçimleri ile 2004 Referandumunda tüm dünyanın dikkatleri KKTC de gerçekleşen seçimlere çekilmişti. Yabancı gözlemciler KKTC seçimlerinin hileli ve geçersiz olduğunu kanıtlamak amacıyla Kıbrısa akın ettiler. Kıbrısta adil seçimler yapılmadığını kanıtlayıp sivil itaatsizlikle Hükümet değişikliği gerçekleştirmek istiyorlardı. Biz ise dünyanın en şeffaf ve en adil seçimlerini gerçekleştirme vizyonu ile hareket etmekteydik. Gözlemciler seçimlerden sonra KKTC seçimlerinin kendi ülkelerindeki seçimlerden daha demokratik olduğunu kabul edip açıklamak zorunda kaldılar.
Bu uygulamanın yanı sıra tüm dünyaya örnek olacak hukuk ilkeleri de oluşturmaya çalıştık.
2000 yılında Cumhuriyetçi Parti adayı George W. Bush, Demokrat Parti adayı Al Gore ile yarışmıştı. Seçimi kimin kazandığı aylarca belli olmadı. Sorun yargıya taşındı. Uzun duruşmalardan ve tartışmalardan sonra Mahkeme kararı ile kimin başkan olacağı belirlendi. Hukuk davalarında mahkeme kararlarının ihtimaller dengesine göre verildiğini bildiğim için seçimin böyle bir yöntemle sonuçlanmasını demokratik bulmuyordum.
Al Gore ülke genelinde daha fazla oy almıştı. Buna rağmen ABD nin her eyalette ayrı çoğunluk sağlama esasına dayanan seçim sisteminden dolayı George W. Bush Başkan ilan edildi. Birçok yazar bu seçimi bir fiyasko olarak nitelemektedir. Ülke genelinde oyların çoğunluğunu alan bir adayın seçimi kaybetmesinin demokratik olmadığı öne sürülmektedir. Ancak benim üzerinde durduğum nokta bu değildi. Bir seçimde verilen oyların geçerli olup olmadığının aylarca tartışma konusu olması ve sonuçta bir mahkeme kararıyla yani halkın anlamadığı gerekçelerle bir adayın seçimi kazanmasının demokratik olmadığını düşünüyordum.
Kanımca bu sorun yeterince tartışılmış değildi. Kimse bu soruna çözüm bulunabileceğini aklına getirmiyordu. Acaba seçimlerden sonra tartışmaları en aza indirecek ve seçimlerin şaibeli olmasını önleyecek bir yöntem bulunamaz mı idi?
14.12.2003 tarihinde KKTC de Milletvekilliği Genel Seçimleri, yapılacaktı. Bu seçimlere halkı hazırlamak için Yüksek Seçim Kurulunun yaptığı 20 Eylül 2003 tarihli açıklamada aşağıdaki görüşlere yer verildi.
"Seçim ve Halkoylaması Yasamız seçime katılanların aktif bir işbirliği içinde olmasını öngörmektedir. Bu nedenle Siyasal Partilerin seçimin yönetimine katılmasına olanak tanıyan bir düzenleme getirmiştir. Siyasal Partileri gözlemcilerini eğitmeye ve seçimi yönetme işlemine daha fazla katkı koymaya davet ederiz."
Bu görüşlerde insanı şaşırtan fazla bir şey yoktu. Fakat seçimin yönetimine aktif olarak katılması gereken ve bu görevlerini tam olarak yapmayan partilerin daha sonra şikayet edemeyecekleri, kusuru kendilerinde bulmak zorunda kalacakları anlamına geliyordu. Diğer bir ifade ile hem seçimlerin yönetimini daha demokratik bir hale getirmeye çalışıyor hem de seçimlerden sonra yapılacak şikayetlerle tartışmaları en aza indirmek istiyorduk.
Seçim sistemimizde oy verme işlemi sona erer ermez sandık kurulları oyları saymaya başlar. Sayım işleminde parti temsilcileri ile bağımsız adayların temsilcilerinin de hazır bulunma hakları vardır. Orada herhangi bir oyun geçersiz olduğuna itiraz edebilirler. Bunun üzerine sandık kurulu o konuda karar verir. İtirazı reddedilen şikayetçi bu şikayetini daha sonra İlçe Seçim Kuruluna veya Yüksek Seçim Kuruluna taşıyabilir. Ancak eğer şikayet etmez ve sessiz kalırsa daha sonra şikayet etmesi ve bazı oyların geçersiz olduğunu tartışmaya açması doğru olabilir mi?
Bir parti temsilcisi tasavvur edin şikayet konusunu görüp sesini çıkarmıyor. Çünkü aynı hatanın kendi lehinde olan oylarda da çıkabileceğini tahmin ediyor. Daha sonra oyların durumunu gördükten sonra İlçe Seçim Kuruluna başvurup her şeyi yeniden tartışmaya açmak istiyor.
Bir kimse seçimi kaybettikten sonra her konuyu tartışmak isteyebilir. Ona .başlangıçta tartışmaya değer bulmadığı konuları daha sonra tartışma fırsatı vermek tartışmaların uzayıp gitmesine ve seçimlerin belirsiz hale gelmesine neden olacak değil mi? Bu seçimi başka bir alana taşımak ve ABD de olduğu gibi Mahkeme kararıyla seçim kazanmak anlamına gelecek değil mi?
5/76, Sayılı Seçim ve Halkoylaması Yasasına göre bazı şikayetlerin doğrudan İlçe Seçim Kurullarına veya Yüksek Seçim Kuruluna yapılması mümkündür. Ortaya koyduğumuz mantık silsilesi içinde bu şikayetler ilk aşamada yapılması mümkün olmayan şikayetler olmalıdır.
Özetle siyasal partilerle bağımsız adayların seçimlerin yönetim ve denetimine katılmalarını, şikayetlerini zamanında yapmalarını, bunu zamanında yapmayanların ise "ben ne kadar dikkatli olsam bu şikayeti daha önce yapamazdım" diye kanıtlama koşuluyla daha sonra yapabilmelerini doğru ve adil buluyorduk. Bu düşünce ile gerçekleşen seçimlerin hem daha demokratik olacağını hem de bir çok gereksiz tartışmayı ve dolayısıyla şaibeyi ortadan kaldıracağını düşünüyorduk. Daha da ileri giderek bu yöntemin izlenmesi halinde ABD dahil bir çok ülkenin seçimlerinde bir iyileşme sağlanabileceğini tahmin ediyorduk
Kuşku yok ki bu düşünceler içinde olmamız bunun yasal olarak mümkün olabileceği anlamına gelmiyordu. Yasanın da böyle bir yoruma açık olması gerekiyordu. 20 Şubat 2005 tarihli Milletvekili Erken Genel Seçimlerinde yapılan itirazlardan sonra Yüksek Seçim Kurulu , 5/ 76 Sayılı Seçim ve Halkoylaması Yasasını inceledi. Yasa titiz bir şekilde kaleme alınmış değildi ve çelişkili ifadelerle doluydu . Uygulamakta olduğumuz Anglosakson sistem bize yasaları geniş yorumlama olanağı veriyordu. Geniş yorumlama ise yasanın amacını dikkate almak ve tereddütlü hallerde adil olan yorumu tercih etmek anlamına geliyordu. Yüksek Seçim Kurulu da aynen bunu yaptı ve 21 Mart 2005 tarihinde verdiği kararda "çok sınırlı olan seçeneklerin dışında İlçe veya Yüksek Seçim Kuruluna itiraz edebilmek için öncelikle sandık kuruluna itiraz edilmesi gerektiğine" karar verdi. Böylece her hangi bir nedenle sandık kurullarında sessiz kalanların itiraz haklarını yitireceklerini karara başlamış oldu.
Bu karar KKTC de ve diğer ülkelerde hemen her seçimde meydana gelen tartışmalarla kavgaları bir anda sona erdirecek tarihi bir karardı. Tabii bu kararın bir anlam ifade etmesi için siyasal partilere seçimlerin yönetim ve denetimine katılma, oylar sayılırken ve tutanak hazırlanırken itiraz etme olanağı tanımak gerekiyordu. Bu konuda onları bilinçlendirmenin ve hazırlanmalarını sağlamanın da yararı olacaktı. Yaptığımız açıklamaların amacı buydu.
Bu gerekçelerle 20 Şubat 2005 tarihli Milletvekili Erken Genel Seçimlerinde İlçe Seçim Kurullarına yapılan itirazları değerlendirirken daha önce sandık kurullarına itiraz yapılmadığı gerekçesiyle reddettik. Böylece bir taraftan siyasal partilerin seçim işlemine çok daha aktif olarak katılmasını sağlarken diğer taraftan anlamsız tartışmalarla seçimlere gölge düşürülmesini önleyecek bir ilke oluşturmuş olduk.
c)KKTC Mahkemelerinin İnsan Haklarına Saygılı Olması
KKTC yargısının başarıları arasında , insan haklarını ve kadın erkek eşitliğini sayabiliriz. Bu konuya da kısaca değinelim.
1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İnsan HaklarıEvrensel Beyannamesini kabul etti. Bu beyannamenin 2. Maddesine göre "Herkes, din, dil, ırk, renk, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin eşittir". Bu maddeye göre cinsiyet yani kadın erkek eşitliği de insan haklarından biridir. Eşitlik ilkesi ise dünyadaki tüm Anayasaların yanı sıra KKTC Anayasasında da yer almaktadır.
Kadın erkek eşitliği önemli uluslararası antlaşmalarda tekrarlanmış ve ayrıntıları belirlenmiştir. Bu antlaşmalara örnek olarak BM Genel Kurulunun 1952 yılında kabul ettiği Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Sözleşme ile 1980 yılında kabul ettiği Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini gösterebiliriz. İnsan hakları beyannamelerini, uluslararası antlaşmaları ve devlet Anayasalarını dikkate aldığımız zaman kadın erkek eşitliğinin tüm dünyada bir hukuk kuralı haline geldiğini görürüz. Ne var ki bir ilkenin hukuk kuralı haline gelmesi başka şey, o hakkın fiilen elde edilmesi başka şeydir. O hakkın kapsamı ise ayrı bir tartışma konusudur.
Dünyadaki uygulamalara baktığımız zaman kadın erkek eşitliği ilkesini fiilen gerçekleştirme konusunda oldukça farklı bir tablo ile karşılaşırız. Dünya devletlerinin kadın erkek eşitliğini fiilen gerçekleştirmek için mücadele ettiklerine, fakat fazla başarılı olamadıklarına tanık oluruz. 20.ci Yüzyılın başından beri dünya devletleri, kadın erkek eşitliğini gerçekleştirme yarışı içine girmişler, bu yarışta öne geçenler bundan kıvanç duymuşlar ve bunun uygarlık düzeylerinin ifadesi olduğunu öne sürmüşlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti bu yarışa katılarak 1934 yılında Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanımıştır. 1935 yılında gerçekleşen seçimde 18 kadın milletvekili Türkiye Büyük Millet Meclisine girmeyi başarmıştır. O tarihte dünyada en uygar diye bilinen ülkeler bile kadına bu hakkı ve olanağı tanımış değillerdi. Bu nedenle Türkiye'yi geriden izlemek zorunda kaldılar. Bu durumun Türk ulusu için bir kıvanç kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.
KKTC mahkemelerini dünyanın en adil ve örnek mahkemelerinden biri haline getirme vizyonunu benimsediğimiz için dünyada gerçekleşen bu yarışa ilgisiz kalamazdık. 1975 Anayasası ile yargıç atanması Yüksek Adliye Kurulunun yetkisine verilmişti. Personel atanmasında da Yüksek Adliye Kurulu söz sahibi olmuştu. Bu durumda bizim de Anayasadaki eşitlik ilkesini dikkate alarak hareket etmemiz gerekiyordu.
Bir görevle ilgili atama yaparken o işi en iyi yapacak kişiyi seçmek gerekir. Kamuda veya özelde bazı işleri erkeklerin veya kadınların daha iyi yapabildiğini biliyoruz. Ancak bugünün teknolojik gelişmelerinden sonra bu işler oldukça azalmıştır. Bu gün bir çok işi kadın veya erkek aynı başarı ile yapabilmektedir. Bu durumda bir kuruluşta çalışanların da kadın erkek eşitliğini yansıtması beklenir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa bunun nedenini başka alanlarda aramak gerekir.
Eşitsizliğin nedeni önyargı veya o ülkede uygarlık düzeyinin yeterince gelişmemiş olması olabilir. Bu görüşler ışığında yargıda yaptığımız yargıç ve personel atamalarında önyargısız davranmaya çalıştık. Sonuçta baktık ki Mahkemelerimizde eşitlik kendiliğinden gerçekleşti. Dünyada eşitliği en fazla gerçekleştiren mahkeme haline geldik.
Elde ettiğimiz başarıyı dış temaslarımızda dile getirdik. 2004 yılında, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Alvaro Gil-Robles, KKTC'deki insan hakları durumunu araştırmak için ülkemize gelmişti. Kendisine anlatılanlardan bizim gelişmemiş bir ülke olduğumuzu ve insan hakları konusunda büyük sorunlar yaşadığımızı düşünüyordu. Ona bu düşüncenin doğru
olmadığını, insan hakları konusunda bir çok ülkeden ileride olduğumuzu söyledim.
Özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda eriştiğimiz düzeyi kanıtlamak için kıyaslamalar yaptım ve örnekler gösterdim. Daha sonra kadın erkek eşitliğine değinerek "KKTC Mahkemelerinde personelde kadın erkek oranı ideal olan %50 hanım, %50 erkektir,
yargıçlarda ise %30 hanım % 70 erkektir. Bu oranları dünyanın en ileri ülkeleri bile yakalayabilmiş değildir. Örneğin İngiltere'de yargıçlarda oran % 6 hanım, % 94 erkektir" dedim. İnsan Hakları Komiseri sözlerimi büyük bir şaşkınlık içinde dinledi ve inanmakta güçlük çekti.
2004-2005 Adli Yılı Açış konuşmamda İnsan Hakları Komiseri ile aramızda geçen görüşmeye değindim ve kadın erkek eşitliği açısından KKTC Mahkemeleri ile İngiltere Mahkemeleri arasındaki kıyaslamayı tekrarladım. Sözlerim yabancı diplomatlarla İngiliz Yüksek Komiserliğinin dikkatini çekmişti. Bu konuda araştırma yapma gereği duydular. Bir süre sonra İngiliz Yüksek Komiserliğinde görevli bir hukukçu beni ziyaret etti. Kendisine İngiltere'de kadın erkek yargıç oranının ne olduğunu sordum. "Bu soruyu soracağınızı tahmin ediyordum ve hazırlıklı geldim" dedi. Adli Yılı Açış konuşmamda verdiğim rakamın hatalı olduğunu İngiltere'de yargının bazı bölümlerinde oranının % 6 hanım %94 erkek olmakla birlikte diğer bazı bölümlerinde bu oranın % 15 hanıma kadar yükseldiğini söyledi. Verdiği rakamları tam olarak anımsamıyorum. Ancak belirttiği rakamlar benim iddiamı doğruluyordu. Belirttiği en yüksek rakam bile bizim ulaştığımız %30 un yarısı kadardı. Bu durum, Mahkemelerde kadın erkek eşitliğini sağlama açısından İngiltere'den ileride olduğumuzu açıkça gösteriyordu.
Bu olaylar 2004 yılında gerçekleşmişti. Emekliye ayrıldığım 2006 yılından sonra yeni atamalar oldu ve oranlar değişti. Tahmin ettiğim gibi eşitlik daha fazla sağlandı. Bugün Mahkemelerimizde yargıçlarda oran personelde olduğu gibi %50 hanım, %50 erkektir. Sanırım böylece KKTC Mahkemeleri dünyada ilk kez kadın erkek eşitliğini tam olarak sağlayan mahkeme olmuştur. Yasada mevcut ilke KKTC de fiilen gerçekleşmiştir.
Yargıç ve personelde gerçekleştirmeyi başardığımız %50 oranı ideal olan orandır. Ne İngiltere'nin ne de diğer başka bir ülkenin daha iyisini gerçekleştirmesi mümkün değildir.
İdeal oranı bulduğumuza göre bu oranın korunacağını, kadınların lehinde veya aleyhinde değişmeyeceğini ümit ediyorum. Bu başarı uygarlık düzeyimizin kanıtı olacaktır. Böylece KKTC'nin tüm dünyanın örnek alacağı özellikleri olduğunu öne sürmemiz mümkün olacaktır.
d)Talasemiya Yasası
Bilindiği gibi Kıbrıs'ta talasemiya veya Akdeniz anemisi denilen genetik bir kan hastalığı vardır. 1974 ü izleyen yıllarda halkımızın bu hastalıkla ilgili duyarlılığı artmıştı.
Dr. Nuray Yeşiladalı gazetelerde hastalığın yarattığı acıları anlatan yazılar yazıyordu. 1978 yılında Talasemiyalıları Koruma Derneğinin kurulmasına öncülük yaptı ve ilk başkanı
oldu. Eşim Peyman Erginel de derneğin tüzüğünü hazırladı ve ilk yönetim kurulunda yer aldı.
O tarihlerde Kıbrıs Türk halkında her yıl 25-30 hasta çocuk doğuyordu.İşin en acı yönü bu çocukların hangi ailede doğacağı belli değildi. Hasta çocuğun doğması demek tüm ailenin tarifsiz acılar içinde bir yaşama mahkum olması demekti.
O tarihlerde savaştan kalan mayınların tümü toplanmamıştı. Kırda gezen kişiler beklenmedik bir anda bir mayına basıyor ve ciddi bir kaza meydana geliyordu. Devlet mayınlar konusunda önlem almak zorunda kaldı ve geniş bir mayın tarama çalışması yaptı. Dernek bu mayınlarla hasta çocuk yapma olasılığı arasında bir benzerlik olduğunu öne sürüyordu. Çünkü talasemiya hastalığında da bir aile normal yaşamını sürdürürken hiç beklemediği anda bir felaketle karşılaşıyordu. Talasemiyalı bir çocuğun doğması mayın patlamasından çok daha büyük acılara neden oluyordu.
Bu nedenle dernek genel bir tarama başlatarak talasemiyalı çocuk doğumu konusunda halkı uyarmaya çalıştı. Ancak o günün teknik olanaklarıyla bunu gerçekleştirmek kolay değildi. Dernek bir yasa ile soruna çözüm bulma girişiminde bulundu.
Ne var ki o tarihe kadar dünyanın herhangi bir ülkesinde bu konuda bir yasa yapılmamıştı. Bu nedenle Sağlık Bakanlığı dernek yöneticilerine olumlu bir yanıt vermedi. Sağlık Bakanlığı görevlileri Dr. Nuray Hanıma "Rüya görüyorsunuz. Böyle bir yasa yapılamaz. Böyle bir yasa Rum tarafında bile yok." dediler. Israrlı taleplerine olumlu yanıt alamayan dernek yöneticileri yargıç olduğum için bana ve eşim Av.Peyman Erginel e başvurdular ve yasa yapılması konusunda yardımcı olmamızı istediler.
O tarihlerde Sağlık Bakanı Dr. Ali Atun idi. Bu konu bakanlıkta tartışılmış ve bir yasa yapılamayacağı kanısına varılmıştı. Daha kötüsü böyle bir yasa yapılırsa Anayasaya aykırı olacağına ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğine inanılıyordu.
Eşim Peyman Erginel ve Yargıç arkadaşlarımla nasıl bir yasa yapılmasının bu sorunu çözeceğini günlerce tartıştık. Talasemiyalı çocuklara yardımcı olma düşüncesi bize heyecan veriyordu. Bu amaçla Sağlık Bakanlığını tekrar tekrar ziyaret ettik.
Sağlık Bakanlığına göre üç nedenle yasal düzenleme yapmak doğru değildi. Her şeyden önce böyle bir yasanın evlenme özgürlüğünü engelleyeceğini ve bu nedenle Anayasaya aykırı olacağını düşünüyorlardı. Bu nedenle Dr. Ali Beyin ilk sorusu "Böyle bir yasa Anayasaya aykırı olmaz mı?" oldu. Ona dikkat edilirse Anayasaya aykırı olmayan bir düzenleme yapılabileceğini söyledik. Bizim hukukçu olmamız nedeniyle Ali Bey fazla ısrarlı olmadı.İkinci engel Akdeniz'de sahili olan diğer ülkelerin böyle bir yasayı yapamamış olmaları idi. Acaba niçin bu ülkeler aynı sorunları olmasına rağmen böyle bir yasa yapamamışlardı?