Yaşam Öyküm

Halil Erdim kardeşim tanıdığı kişilerin yaşam öykülerinin yer aldığı bir kitap yazdığını ve bu kitapta benim yaşam öyküme de yer vermek istediğini söyledi. Bu önerisinden dolayı kendisine teşekkür ederim. Yaşamım boyunca meydana gelen olayların ilginç bölümlerini sizlere anlatmaya çalışacağım.

Çocukluk
            10 Şubat 1941 tarihinde Gazi Mağusa'da surlar içinde, Lala Mustafa Paşa Camisi yakınında bulunan evimizde dünyaya geldim.

Doğduğum yıllar savaş yıllarıydı. İlk anım tehlike sirenlerinin çalması ve avluda bulunan sığınaklara koşmamız oldu.  Alman uçakları Mağusa limanında bulunan İngiliz savaş gemilerini batırmak için gelmişlerdi. İngiliz uçakları onlara karşılık veriyordu. Bu nedenle hava çatışmaları oluyordu. Sirenler insanlar sığınaklara gitmeleri için uyarıyordu. Hava savaşlarının ayrıntılarını bilmiyorum. Sadece halkı Alman uçaklarının hiçbir İngiliz gemisini batıramadığını söyledipini  hatırlıyorum.

Savaş yıllarından kalan diğer bir anım evimizde gaz maskelerinin bulunması idi. Bu Kıbrısta kimyasal saldırı tehlikesi olduğunu gösteriyordu. Diğer bir anım ise  tüm pencere camlarına  seloteyp benzeri beyaz şeritlerin  yapıştırılmış olmasıydı. Bomba atıldığında camların etrafa saçılıp insanları yaralamaması için bu önlem alınmıştı.

Sokaklarda İngiliz askerlerini  görüyorduk. Bir süre sonra savaş sona erdi. Buna rağmen  İngiliz askerlerini görmeye devam ettik. Hint asıllı  askerler özellikle dikkatimizi çekiyordu.

Savaş yıllarında Kıbrıs Türk Halkı  çok fakirdi. Bu gün her çocuğun oynadığı balonu ilk  gördüğümde çok şaşırdığımı ve bunun ne olduğunu babama sorduğumu hatırlıyorum. Evlerde esmer şeker kullanılıyordu. Bugün  zararlı olduğunu işittiğimiz beyaz şeker evimize  ilk geldiğinde annem   sevinmiş ve "artık kıtlık sona eriyor" diye yorum yapmıştı.  Bunun gibi İngiliz askerlerinin  beyaz francala yemesini de büyük bir lüks olarak algılıyorduk. Herkes bu francalalardan alma çabası içine girmişti.

Babam göz doktoru Mehmet Ali Bey,  Kıbrısın ilk Türk doktorlarından biri idi. Mağusa devlet hastanesinde göz doktoru olarak çalışıyordu. O  tarihte  Kıbrısta  trahom diye çok kötü bir göz hastalığı vardı. Trahom insanı kör eden korkunç bir hastalık idi. Çevrede bu hastalığa yakalanmış gözleri görmeyen ve dilenen insanlara rastlanırdı.

İngiliz Yönetimi  trahomu ortadan kaldırmak için kapsamlı bir  mücadele başlatmıştı. Babam Mağusa Kazasında bu mücadeleyi yürüten ekibin başında idi. Mağusa kazasında bulunan sağlık ocaklarını periyodik olarak ziyaret eder ve göz hastalarını tedavi ederdi. Bazı ziyaretlerinde beni de yanında  götürürdü.
Sağlık ocaklarının duvarlarında  "Körlük ölümden beterdir", "Trahom insanı kör eder" şeklinde yazılar asılıydı. Böylece insanlar muayene ve tedavi olmaya yönlendirilmek istenirdi.  Trahom bulaşıcı bir hastalıktı ancak insan, kör olmadan önce tedavi olmaya başlarsa körlük önlenebilirdi. Babam sağlık ocaklarının yanı sıra Mağusa kazasında bulunan her köyü ve her okulu  yılda en az bir kez ziyaret eder ve herkesin  gözlerine bakardı . Böylece tüm halkı taramaya çalışırdı.

Gittiğimiz okullarda çocuklar sıraya dizilirdi. Babam çocukların gözlerine bir bir bakarak ilaç koyardı. Her okulda birkaç çocuğun trahom hastalığına yakalandığını saptar ve onları ayırarak tedavi etmeye başlardı. Böylece bu hastalığın kökü tamamen kurutuldu. Kıbrıs'ta trahom diye bir hastalık kalmadı. Ne kadar ilginçtir ki  bu korkunç hastalık unutulmuştur. Hastalığın bir zamanlar Kıbrısta var olduğunu anımsayanlar bile oldukça azalmaktadır.

O yıllarda trahom gibi sıtma hastalığına karşı da büyük bir mücadele verildi.  Bu mücadele sonunda da Kıbrıs'ta sıtma hastalığı  tamamen son buldu.

Lise ve  Üniversite Tahsili
            İlk Okulu bitirdiğim yıllarda Mağusada  Namık Kemal Lisesi  açıldı. Namık Kemal orta okulunda okuyarak mezun oldum.  Okulumuzda  Türkiyeden gelen öğretmenler ders veriyordu. İlk müdürümüz Yavuz Konnolu idi. Daha sonra Zeki Peser müdür oldu. Öğretmenler arasında tanınmış bir şair olan  İbrahim Zeki Burdurlu gibi  öğretmenler vardı. Öğretmenlerimizin  Türkiyenin en iyi öğretmenleri olduğunu ve seçilerek Kıbrısa gönderildiklerini daha sonra öğrendik.

Ben Ortaokulda iken  babam emekli oldu ve Lefkoşa'ya taşındık. Bu nedenle Lefkoşada bulunan  Kıbrıs Türk Lisesinde tahsilime devam ettim. Sınıfın çalışkan öğrencilerinde biriydim. Genellikle matematik ve fizik gibi derslerde yüksek not alıyordum. Bu nedenle fen kolunda okumayı tercih etmiştim. 1958 de Lise son sınıfa geldiğimizde bir şanssızlık oldu. Benim dışımda fen kolunun tüm öğrencileri matematik dersinden geçersiz not aldılar. Bu nedenle Haziran döneminde, Kıbrıs Türk Lisesi Fen kolunun mezun ettiği tek öğrenci oldum. Bu olayın toplumun dikkatini çektiğini  ve o günlerde  çok konuşulduğunu anımsıyorum. Arkadaşlarım bütünlemeye kalıp eylül döneminde mezun oldular.  Birlikte Türkiye ye üniversite tahsiline gittik.

Babam Mağusada görevli olduğu için  çocukluk yıllarımı Gazi Mağusada geçirmiştik. Fakat babam  Laptalı  idi. Annem ise Karpazın Balalan köyünden geliyordu. Her iki köyde de taşınmaz mallarımız vardı. Tatillerin bir bölümünü Laptada diğer bölümünü ise Balalanda geçirirdik. Laptada en önemli anım Zihni Dayının kahvesi ve deniz sahilindeki kaliflerdi.  Tatillerde kardeşimle bahçede veya tarlada çalışırdık. Bu nedenle kendimi bir köy çocuğu olarak  algılarım.

Babam doktor olduğu için büyük ağabeyim Hüseyin de doktor olmuştu. Eşi de doktor idi. Ailede yeterli doktor olduğu için ben başka bir alanı tercih ettim. Annemin kardeşi  Mehmet Zeka Bey Kıbrısın tanınmış yargıçlarından biri idi. Bu nedenle  hukuk tahsili yapmaya karar verdim.  İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt yaptırdım.

Üniversite tahsilimiz başladığında okulda  27 Mayıs İhtilali öncesi olaylar gerçekleşmekteydi. 28 Nisan 1960 günü atlı polisler üniversite avlusuna girdiler. Öğrenciler polislere karşı  direnç gösterdi. Arkasından  27 Mayıs ihtilali geldi. İhtilali diğer öğrencilerle birlikte  coşku içinde destekledik.

Ne var ki bir süre sonra Yassıada duruşmaları başladı. Duruşmalardaki konuşmaları ve prosedürü adaletsiz bularak rahatsız oldum. Öğrenci hareketine katılanlar  duruşmalara izleyici olarak  katılmak için davet alıyorlardı. Onların duruşmada yargılananlara karşı bir ortam oluşturmaları bekleniyordu. Duruşmaları onaylamadığım için gitmeyi kabul etmedim ve 27 Mayıs ihtilalini savunan öğrenci grubundan uzaklaştım.

Kıbrısta Çatışmaların Başlaması
            Hukuk fakültesinde öğrenimime devam ederken  21 Aralık 1963 çatışmaları başladı. Kıbrıs'ta katliam olacağı ve ailelerimizin öldürüleceği kaygısı içine girdik. İstanbulda bir araya gelerek Kıbrısa gitmenin yollarını aramaya başladık. Türk Hava Yollarının, Kıbrısa sefer yapmaya devam ettiğini öğrenince ilk uçakla Kıbrısa gittim. Leşkoşada Mehmet Ali Tremeşelinin  özel mücahit bölüğüne  katıldım. Daha sonra Türkiyede bulunan diğer Kıbrıslı öğrenciler de Kıbrısa gelerek geri döndüler.  Onlar Türkiyeye dönünce çaresiz ben de geri İstanbula döndüm. Döndüğüm zaman öğrenciler kafile kafile Erenköy e  gitmeye başlamışlardı. Benim gibi son sınıfta olanlar İstanbuldan ayrılmış durumda idiler.

Gidecek  guruplardan birine yazıldım. Fakat hareket günü gelmeden önce beklenmedik bir olay oldu.

Türkiye Milli Talebe Federasyonu Kıbrıslı öğrencilere bir çağrı yaparak,1964 yazında uluslar arası bir öğrenci konferansı  olacağını, bir Kıbrıslı Türk öğrencinin orada konuşması ve Kıbrıs Türklerinin  davasını savunması gerektiğini bizlere bildirdi. Bu işi yapabilecek öğrenciler Türkiye Milli Talebe Federasyonunda toplandık. Sonuçta benim gitmem konusunda görüş birliğine varıldı.

Bu konferans Yeni Zelanda nın Christchurch kentinde yapıldı. Dünyanın tüm ülkelerinden gelen öğrenci temsilcileri toplandık. On günden fazla süren bu konferansta diğer konuların yanı sıra  Kıbrıs sorunu da tartışıldı. Dört  konu üzerinde duruldu. Güney Afrikadaki  ırk ayırımı, Vietnam, Filistin ve Kıbrıs.

Rum öğrencileri temsilen iki kişi gelmişti. Sürekli kendi Yöneticilerinin propagandasını yapıyorlardı. Onlar sürekli olarak Kıbırısta tek devlet, tek egemenlik ve tek halk olduğunu söylüyorlardı. Kıbrıs Türk halkının bir azınlık olduğunu ve devlet düzenine karşı geldiklerini öne sürüyorlardı. Türkiye Milli Talebe Federasyonundan gelen arkadaşlarla birlikte bu iddialara yanıt veriyorduk. Kıbrısta eşit iki halk olduğunu, Anayasaya göre egemenliğin iki halk arasında paylaşılması gerektiğini, Rum Yönetiminin Anayasal düzeni bozarak Türk halkına karşı etnik temizlik suçu işlediğini anlatıyorduk.

10 gün süren konferansta etkili bir mücadele verdiğimizi sanıyorum.  Bu konferansta Rumların tanıtım ve propagandaya ne kadar büyük önem verdiklerine tanık oldum. Bu gün dahi aynı görüşleri öne sürmeleri ve bizim yeterli yanıt vermememiz ilginç bir gözlemimdir.
Konferanstan Türkiyeye geri dönerken Erenköy savaşı gerçekleşti. O zaman Rum propagandasının Türkiyenin müdahale etmesini engellemek amacıyla yapıldığını anladım. Rum öğrenci temsilcilerinin iddiaları kabul edilmiş olsa Türkiyenin uçaklarını göndererek savaşa katılması ve arkadaşlarımızın hayatını kurtarması mümkün olmayacaktı.

Türkiye'ye dönünce  Ankara'ya gittim. Erenköye gitmeye hazır olduğumu bildirdim. Maltepe yurdunda Erenköy e gitmeyi bekleyen bir gurup öğrenci daha vardı. Onlarla birlikte Erenköye  gitmek için bir  ay kadar bekledik. Sonunda bize bu projenin tamamen durduğunu ve Erenköydeki öğrencileri geri getirme çareleri arandığı söylendi.

Çaresiz İstanbula döndüm. Arkadaşlarım cephede iken derslere devam edip mezun olmayı etik bulmuyordum. Bu nedenle İstanbul Kıbrıs Türk Talebe Cemiyetinin faaliyetlerine katılmaya başladım. Bir süre sonra bu derneğin başkanı oldum. 

Türkiye Milli Talebe Federasyonu Cağaloğlunda bulunan binasında bize  bir oda verdi.  O tarihlerde Kıbrıs sorunu tüm Türkiyenin gündeminde  son derece canlı bir konu idi. Oradaki arkadaşlarla birlikte sürekli faaliyetlerde bulunduk. Taksim ve Beyazit meydanlarında yapılan mitinglerde halka konuştuk. Türkiye Hükümetinin Kıbırısa ilgisini canlı tutmaya çalıştık. Kıbrıs Türk Kültür Derneği Başkanı Derviş Manizade ile Türkiye Hükümeti Başbakanlarını ziyaret ederek Kıbrısla daha fazla ilgilenmesini istedik. Ziyaretlerden birini Başbakan Süleymen Demirel e yapmıştık. Derviş Bey, Üniversitelerde tanınmış Kıbrıslı öğretmenleri de heyete dahil etmişti. O zaman Türkiyede  bu kadar çok Kıbrıslı profesör olmasına hayret ettim. Bu profesörlerin arasında Süleyman Demirel in öğretmenlerinin de bulunması ilginç bir anım oldu.

Türkiye'nin Kıbrıs Türk halkını koruyacak daha etkili adımlar atmasını istiyorduk. Bu arada Erenköy de mahsur kalan arkadaşlarımızın  geri getirilmesi için Hükümete baskı yapmaya çalıştık.

Sonuçta uzun bir beklemeden sonra  Erenköyde bulunan arkadaşlarımız geri geldiler. Derhal derneğin olağanüstü genel kurulunu topladım. Erenköyden gelen arkadaşlar bizim çalışmalarımızdan ve onların geri gelmesi için gösterdiğimiz gayretlerden memnundular. Başkan olmaya devam etmemi  önerdiler. Bunu doğru görmedim ve seçimde aday olmadım. Başkanlığı arkadaşım Ergün Vehbi ye devrettim.

Arkadaşlarım geri dönünce derslere tekrar devam ederek kısa sürede mezun oldum İstanbuldan ayrılarak İngilizcemi ilerletmek için İngiltereye gittim.

İngiltere Deneyimleri
Diğer lise mezunlarından daha iyi İngilizce biliyordum. Ancak bu benim için yeterli değildi. İyi İngilizce konuşabilmek benim için ciddi bir sorundu. Bunun için lisan okullularının yeterli olmayacağını düşündüm. Sıra dışı bir yöntem izleyerek lise ayarında yani O. level imtihanlara hazırlayan bir okula kayıt yaptırdım. İngilterede okuyan normal bir lise öğrencisi gibi bir yıl  tarih, coğrafya ve diğer dersleri öğreten bu okulda okudum. Böylece İngilizcemi geliştirebildiğimi düşünüyorum.

            Gittiğim Kennington College  isimli okulda Kıbrıs Rumlarını  yakından tanıma fırsatını buldum. Okulda öğrenciler dört ana gruba ayrılıyordu. Avrupalı öğrenciler, Çinliler, Afrikalılar ve Kıbrıslılar. Okul Müdürü Kıbrıslı öğrencilerin aralarında bir kişiyi temsilci olarak seçmelerini istedi. Ben üniversite mezunu olduğum için diğer öğrencilerden daha büyüktüm. Kıbrıslı öğrencilerin yüzde sekseni Rum olmasına rağmen benim temsilci olmamı uygun gördüler.

Bu vesile ile Rumları yakından tanıma fırsatını buldum. Onları aşırı milliyetçi , duygusal ve biraz da çocukça buldum. Rum öğrenciler le aramda hiçbir anlaşmazlık olmadı. Bireysel olarak Türklerle dost olabildiklerini gördüm. Fakat Türk milletine veya Kıbrıs Türk Halkına hak tanımaya asla razı değillerdi. Milli duyguları  dini bir inanç gibiydi. Onları tanıdıkça Kıbrısta iki halkın ayrı ayrı yaşamak zorunda olduğuna ve bunun dışında barış gerçekleşemeyeceğine inandım.

Avukat  ve Daha Sonra Yargıç Olmam
1967 yılında Kıbrıs'a döndüm ve avukatlık stajı yapmaya başladım. Baro imtihanını geçerek avukat kaydımı yaptırdım. 1969 yılında eşim Peyman Hanımla la evlendim. Bu evlilikten Erdem ve Mehmet Metin isimli  iki oğlumuz oldu.

            1969 yılında avukatlık yapabileceğim bir yer arayışı içine girdim. Avukatlık yapabileceğim iki yer olabilirdi.  Girne ve Mağusa . Babamın köyü Lapta Rum işgali altında olduğu ve bağımsız bir Türk bölgesi olmadığı için  Girnede avukatlık yapmam olanaksızdı. Annemin köyü Balalan özgürdü. Gazi Mağusada ayrı bir Türk Mahkemesi vardı. Bu nedenle 1969 yılında Mağusada ofis açarak  avukatlık yapmaya başladım.

O tarihte  Mağusa'da sadece iki avukat vardı. Benim katılmam la sayımız üç oldu. Avukatlar az olduğu için işimizin  iyi olduğunu  söyleyebilirim. Ancak ben yargıç olmak istiyordum. Avukatın görevi müvekkilinin haklarını savunmak, yani yasalar çerçevesinde onun adına kavga etmektir. Yargıcın görevi se bu kavgayı adil bir şekilde sonuçlandırmaktır. Yargıçlığı karakterime daha uygun gördüğüm için ihtiyaç olduğunu öğrenince müracaat ettim.  1973 yılında yargıçlığa atandım.

Kısa süre sonra 20 Temmuz 1974de  Mutlu Barış Harekatı gerçekleşti. Fiilen savaşa katılıp cephede savaşanlardan biri  oldum. Bölük Komutanımız Ali Osman,  Takım Komutanımız Veli Hakkı idi. Savaşta unutulmaz anılarım ve dostluklarım oldu.

1974ten sonra yargıçlığa devam ettim ve yargının hemen her alanında görev yaptım. 1985 yılında Yüksek Mahkeme Yargıçlığına yükseldim. 2002 yılında ise Yüksek Mahkeme Başkanı oldum. Yasa gereği emekliye ayrıldığım 2006 yılına kadar bu görevde kaldım.  Yargıç olarak görev yaptığım süre içerisinde birçok önemli davayı şahsen dinledim veya dinleyen heyetin içinde bulundum. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Yüksek İdare Mahkemesi  başkan veya üyesi olarak birçok kararı kaleme aldım, birçok karara katıldım veya karşı görüş yazdım. 2002- 2006 yılları arasında diğer görevlerimin yanı sıra Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı'nı da yaptım.

Benimle birlikte yargıçlık yapan veya avukat olan bir grup arkadaşla birlikte  Kıbrıs Türk Yargısını dünyanın en iyi yargısı haline getirme idealini benimsedik ve bu doğrultuda etkin adımlar attık.

Yargıda benimsediğimiz ve gelişmesine katkıda bulunduğumuz ilkeler
Yargı Bağımsızlığı
Benimsediğimiz önemli ilkelerden biri yargı bağımsızlığı ilkesiydi. Yargının Yürütmeden tamamen bağımsız ve tarafsız olması gerektiğine inanmıştık. 1975 Anayasasını hazırlayan kurucu meclisteki arkadaşlarla bu konuyu tartışıyorduk. Onların inisiyatifi ile adalet bakanlığı ortadan kaldırıldı.  Bu dünyanın hiçbir yerinde denenmemiş son derece ilginç bir girişimdi.

Böylece KKTC dünyada yargının tamamen bağımsız olduğu ve tüm siyasi parti ve görüşlere eşit mesafede durduğu bir ülke haline geldi. Uygulamada bazı sorunlar çıkıyordu. Bu sorunları ortadan kaldırmak için 1985 Anayasasında değişiklikler yapıldı. Yargı bağımsızlığı alanında dikkati çeken bir başarı sağladığımızı ve diğer bir çok ülkeden üstün hale geldiğimizi düşünüyorum.

b)Seçimler
2002 2006 yılları arasında diğer görevlerimin yanı sıra Anayasamız gereği Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı yaptım.
Dünyada seçimler genellikle yargı tarafında denetlenmektedir. KKTC de bundan daha ileri gidilmiştir. Seçimler doğrudan  yargıçlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Biz de tüm dünyadan ileride olduğumuzu ve daha adil seçimler gerçekleştirdiğimizi kanıtlamaya çalıştık.

2003 Milletvekili Genel Seçimleri ile 2004 Referandumunda tüm dünyanın dikkatleri KKTC de gerçekleşen seçimlere çekilmişti. Yabancı gözlemciler KKTC seçimlerinin hileli ve geçersiz olduğunu kanıtlamak amacıyla Kıbrısa akın ettiler. Kıbrısta adil seçimler yapılmadığını kanıtlayıp sivil itaatsizlikle Hükümet değişikliği gerçekleştirmek istiyorlardı. Biz ise dünyanın en şeffaf ve en adil seçimlerini gerçekleştirme vizyonu ile hareket etmekteydik. Gözlemciler seçimlerden sonra KKTC seçimlerinin kendi ülkelerindeki seçimlerden daha demokratik olduğunu kabul edip açıklamak zorunda kaldılar.
Bu uygulamanın yanı sıra  tüm dünyaya örnek olacak hukuk ilkeleri de  oluşturmaya çalıştık.

2000 yılında Cumhuriyetçi Parti adayı George W. Bush,  Demokrat Parti  adayı  Al Gore ile yarışmıştı. Seçimi kimin kazandığı  aylarca belli olmadı. Sorun yargıya taşındı. Uzun duruşmalardan ve tartışmalardan sonra Mahkeme kararı ile kimin başkan olacağı belirlendi. Hukuk davalarında mahkeme kararlarının ihtimaller dengesine göre verildiğini bildiğim için seçimin böyle bir yöntemle sonuçlanmasını demokratik bulmuyordum.

Al Gore ülke genelinde daha fazla oy almıştı. Buna rağmen ABD nin her eyalette ayrı  çoğunluk sağlama esasına dayanan seçim sisteminden dolayı  George W. Bush Başkan ilan edildi. Birçok yazar bu seçimi bir fiyasko olarak nitelemektedir. Ülke genelinde oyların çoğunluğunu alan bir adayın seçimi kaybetmesinin demokratik olmadığı öne sürülmektedir. Ancak benim üzerinde durduğum nokta bu değildi.  Bir seçimde verilen oyların geçerli olup olmadığının aylarca tartışma konusu olması  ve sonuçta bir mahkeme kararıyla yani halkın anlamadığı gerekçelerle bir adayın seçimi kazanmasının demokratik olmadığını düşünüyordum.

Kanımca bu sorun yeterince tartışılmış değildi. Kimse bu soruna çözüm bulunabileceğini aklına getirmiyordu. Acaba seçimlerden sonra tartışmaları en aza indirecek ve seçimlerin şaibeli olmasını önleyecek bir yöntem bulunamaz mı idi?
14.12.2003  tarihinde KKTC de   Milletvekilliği  Genel Seçimleri, yapılacaktı. Bu seçimlere halkı hazırlamak için Yüksek Seçim Kurulunun yaptığı  20 Eylül 2003 tarihli açıklamada  aşağıdaki görüşlere  yer verildi.

"Seçim ve Halkoylaması Yasamız  seçime katılanların aktif bir işbirliği içinde olmasını öngörmektedir. Bu nedenle Siyasal Partilerin seçimin yönetimine  katılmasına olanak tanıyan  bir düzenleme getirmiştir. Siyasal Partileri gözlemcilerini eğitmeye ve seçimi yönetme işlemine daha fazla  katkı koymaya davet ederiz."

            Bu görüşlerde insanı şaşırtan fazla bir şey yoktu. Fakat seçimin yönetimine aktif olarak katılması gereken ve bu görevlerini tam olarak yapmayan partilerin daha sonra şikayet edemeyecekleri, kusuru kendilerinde bulmak zorunda kalacakları  anlamına geliyordu. Diğer bir ifade ile hem seçimlerin yönetimini daha demokratik bir hale getirmeye çalışıyor hem de seçimlerden sonra yapılacak şikayetlerle tartışmaları en aza indirmek istiyorduk.

Seçim sistemimizde oy verme işlemi sona erer ermez sandık kurulları oyları saymaya başlar. Sayım işleminde  parti temsilcileri ile bağımsız adayların temsilcilerinin de  hazır bulunma hakları vardır. Orada herhangi bir oyun geçersiz olduğuna itiraz edebilirler. Bunun üzerine sandık kurulu o konuda karar verir. İtirazı reddedilen şikayetçi bu şikayetini daha sonra İlçe Seçim Kuruluna veya Yüksek Seçim Kuruluna taşıyabilir. Ancak eğer şikayet etmez ve sessiz kalırsa daha  sonra şikayet etmesi ve bazı oyların geçersiz olduğunu  tartışmaya açması doğru olabilir mi?

Bir parti temsilcisi tasavvur edin şikayet konusunu görüp sesini çıkarmıyor. Çünkü  aynı hatanın kendi lehinde olan oylarda da çıkabileceğini tahmin ediyor. Daha sonra oyların durumunu gördükten sonra İlçe Seçim Kuruluna başvurup her şeyi yeniden tartışmaya açmak istiyor.

Bir kimse seçimi kaybettikten sonra her konuyu tartışmak isteyebilir. Ona .başlangıçta tartışmaya değer bulmadığı  konuları daha sonra tartışma  fırsatı vermek tartışmaların uzayıp gitmesine ve seçimlerin belirsiz hale gelmesine neden olacak değil mi? Bu seçimi başka bir alana taşımak ve ABD de olduğu gibi Mahkeme kararıyla seçim kazanmak anlamına gelecek değil mi?

5/76,  Sayılı Seçim ve Halkoylaması Yasasına göre bazı şikayetlerin doğrudan İlçe Seçim Kurullarına veya Yüksek Seçim Kuruluna yapılması mümkündür. Ortaya koyduğumuz mantık silsilesi içinde bu şikayetler ilk aşamada yapılması mümkün olmayan şikayetler olmalıdır.

Özetle siyasal partilerle bağımsız adayların  seçimlerin yönetim ve denetimine katılmalarını, şikayetlerini zamanında yapmalarını, bunu zamanında yapmayanların ise  "ben ne kadar dikkatli olsam bu şikayeti  daha önce yapamazdım"  diye kanıtlama koşuluyla daha sonra yapabilmelerini doğru ve adil buluyorduk. Bu düşünce ile gerçekleşen seçimlerin hem daha demokratik olacağını hem de bir çok gereksiz  tartışmayı ve dolayısıyla şaibeyi ortadan  kaldıracağını düşünüyorduk. Daha da ileri giderek bu yöntemin izlenmesi halinde ABD dahil bir çok ülkenin seçimlerinde bir iyileşme sağlanabileceğini tahmin ediyorduk

Kuşku yok ki bu düşünceler  içinde  olmamız bunun yasal olarak mümkün olabileceği anlamına gelmiyordu. Yasanın da böyle bir yoruma açık olması gerekiyordu. 20 Şubat 2005 tarihli Milletvekili Erken Genel Seçimlerinde  yapılan itirazlardan sonra Yüksek Seçim Kurulu , 5/ 76 Sayılı Seçim ve Halkoylaması Yasasını inceledi. Yasa titiz bir şekilde kaleme alınmış  değildi ve  çelişkili ifadelerle doluydu . Uygulamakta olduğumuz Anglosakson sistem bize yasaları geniş yorumlama olanağı veriyordu. Geniş yorumlama ise yasanın amacını dikkate almak  ve tereddütlü hallerde adil olan yorumu tercih etmek anlamına geliyordu.  Yüksek Seçim Kurulu da aynen bunu yaptı ve  21 Mart 2005 tarihinde verdiği kararda "çok sınırlı olan seçeneklerin dışında İlçe veya Yüksek  Seçim Kuruluna itiraz edebilmek için öncelikle sandık kuruluna itiraz edilmesi gerektiğine" karar verdi. Böylece  her hangi bir nedenle sandık kurullarında sessiz kalanların itiraz haklarını yitireceklerini karara başlamış oldu.

Bu karar KKTC de ve diğer ülkelerde  hemen her seçimde meydana gelen tartışmalarla kavgaları bir anda sona erdirecek tarihi bir karardı. Tabii bu kararın bir anlam ifade etmesi için siyasal partilere seçimlerin yönetim ve denetimine  katılma, oylar sayılırken ve tutanak hazırlanırken itiraz etme olanağı tanımak gerekiyordu. Bu konuda onları bilinçlendirmenin ve hazırlanmalarını sağlamanın da yararı olacaktı. Yaptığımız açıklamaların amacı buydu.

Bu gerekçelerle 20 Şubat 2005 tarihli Milletvekili Erken Genel Seçimlerinde  İlçe Seçim Kurullarına  yapılan itirazları değerlendirirken daha önce sandık kurullarına itiraz yapılmadığı gerekçesiyle reddettik. Böylece  bir taraftan siyasal partilerin seçim işlemine çok daha aktif  olarak katılmasını sağlarken diğer taraftan anlamsız tartışmalarla seçimlere gölge düşürülmesini önleyecek bir ilke oluşturmuş olduk.

c)KKTC Mahkemelerinin  İnsan Haklarına Saygılı Olması
KKTC yargısının başarıları arasında , insan haklarını ve kadın erkek eşitliğini sayabiliriz. Bu konuya da kısaca değinelim.
          
1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İnsan HaklarıEvrensel Beyannamesini kabul etti. Bu beyannamenin 2. Maddesine göre "Herkes, din, dil, ırk, renk, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin eşittir". Bu maddeye göre cinsiyet yani kadın erkek eşitliği de insan haklarından biridir. Eşitlik ilkesi ise dünyadaki tüm Anayasaların yanı sıra KKTC Anayasasında da yer almaktadır.

Kadın erkek eşitliği önemli uluslararası antlaşmalarda tekrarlanmış ve ayrıntıları belirlenmiştir. Bu antlaşmalara örnek olarak BM Genel Kurulunun 1952 yılında kabul ettiği Kadınların Siyasal Haklarına İlişkin Sözleşme ile 1980 yılında kabul ettiği Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini gösterebiliriz. İnsan hakları beyannamelerini, uluslararası antlaşmaları ve devlet Anayasalarını dikkate aldığımız zaman kadın erkek eşitliğinin tüm dünyada bir hukuk kuralı haline geldiğini görürüz. Ne var ki bir ilkenin hukuk kuralı haline gelmesi başka şey, o hakkın fiilen elde edilmesi başka şeydir. O hakkın kapsamı ise ayrı bir tartışma konusudur.

Dünyadaki uygulamalara baktığımız zaman kadın erkek eşitliği ilkesini fiilen gerçekleştirme konusunda oldukça farklı bir tablo ile karşılaşırız. Dünya devletlerinin kadın erkek eşitliğini fiilen gerçekleştirmek için mücadele ettiklerine, fakat fazla başarılı olamadıklarına tanık oluruz. 20.ci Yüzyılın başından beri dünya devletleri, kadın erkek eşitliğini gerçekleştirme yarışı içine girmişler, bu yarışta öne geçenler bundan kıvanç duymuşlar ve bunun uygarlık düzeylerinin ifadesi olduğunu öne sürmüşlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti bu yarışa katılarak 1934 yılında Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanımıştır. 1935 yılında gerçekleşen seçimde 18 kadın milletvekili Türkiye Büyük Millet Meclisine girmeyi başarmıştır. O tarihte dünyada en uygar diye bilinen ülkeler bile kadına bu hakkı ve olanağı tanımış değillerdi. Bu nedenle Türkiye'yi geriden izlemek zorunda kaldılar. Bu durumun Türk ulusu için bir kıvanç kaynağı olduğunu söyleyebiliriz.

KKTC mahkemelerini dünyanın en adil ve örnek mahkemelerinden biri haline getirme vizyonunu benimsediğimiz için dünyada gerçekleşen bu yarışa ilgisiz kalamazdık. 1975 Anayasası ile yargıç atanması Yüksek Adliye Kurulunun yetkisine verilmişti. Personel atanmasında da Yüksek Adliye Kurulu söz sahibi olmuştu. Bu durumda bizim de Anayasadaki eşitlik ilkesini dikkate alarak hareket etmemiz gerekiyordu.

Bir görevle ilgili atama yaparken o işi en iyi yapacak kişiyi seçmek gerekir. Kamuda veya özelde bazı işleri erkeklerin veya kadınların daha iyi yapabildiğini biliyoruz. Ancak bugünün teknolojik gelişmelerinden sonra bu işler oldukça azalmıştır. Bu gün bir çok işi kadın veya erkek aynı başarı ile yapabilmektedir. Bu durumda bir kuruluşta çalışanların da kadın erkek eşitliğini yansıtması beklenir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa bunun nedenini başka alanlarda aramak gerekir.

Eşitsizliğin nedeni önyargı veya o ülkede uygarlık düzeyinin yeterince gelişmemiş olması olabilir. Bu görüşler ışığında yargıda yaptığımız yargıç ve personel atamalarında önyargısız davranmaya çalıştık. Sonuçta baktık ki Mahkemelerimizde eşitlik kendiliğinden gerçekleşti. Dünyada eşitliği en fazla gerçekleştiren mahkeme haline geldik.

Elde ettiğimiz başarıyı dış temaslarımızda dile getirdik. 2004 yılında, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Alvaro Gil-Robles, KKTC'deki insan hakları durumunu araştırmak için ülkemize gelmişti. Kendisine anlatılanlardan bizim gelişmemiş bir ülke olduğumuzu ve insan hakları konusunda büyük sorunlar yaşadığımızı düşünüyordu. Ona bu düşüncenin doğru
olmadığını, insan hakları konusunda bir çok ülkeden ileride olduğumuzu söyledim.

Özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda eriştiğimiz düzeyi kanıtlamak için kıyaslamalar yaptım ve örnekler gösterdim. Daha sonra kadın erkek eşitliğine değinerek "KKTC Mahkemelerinde personelde kadın erkek oranı ideal olan %50 hanım, %50 erkektir,
yargıçlarda ise %30 hanım % 70 erkektir. Bu oranları dünyanın en ileri ülkeleri bile yakalayabilmiş değildir. Örneğin İngiltere'de yargıçlarda oran % 6 hanım, % 94 erkektir" dedim. İnsan Hakları Komiseri sözlerimi büyük bir şaşkınlık içinde dinledi ve inanmakta güçlük çekti.

2004-2005 Adli Yılı Açış konuşmamda İnsan Hakları Komiseri ile aramızda geçen görüşmeye değindim ve kadın erkek eşitliği açısından KKTC Mahkemeleri ile İngiltere Mahkemeleri arasındaki kıyaslamayı tekrarladım. Sözlerim yabancı diplomatlarla İngiliz Yüksek Komiserliğinin dikkatini çekmişti. Bu konuda araştırma yapma gereği duydular. Bir süre sonra İngiliz Yüksek Komiserliğinde görevli bir hukukçu beni ziyaret etti. Kendisine İngiltere'de kadın erkek yargıç oranının ne olduğunu sordum. "Bu soruyu soracağınızı tahmin ediyordum ve hazırlıklı geldim" dedi. Adli Yılı Açış konuşmamda verdiğim rakamın hatalı olduğunu İngiltere'de yargının bazı bölümlerinde oranının % 6 hanım %94 erkek olmakla birlikte diğer bazı bölümlerinde bu oranın % 15 hanıma kadar yükseldiğini söyledi. Verdiği rakamları tam olarak anımsamıyorum. Ancak belirttiği rakamlar benim iddiamı doğruluyordu. Belirttiği en yüksek rakam bile bizim ulaştığımız %30 un yarısı kadardı. Bu durum, Mahkemelerde kadın erkek eşitliğini sağlama açısından İngiltere'den ileride olduğumuzu açıkça gösteriyordu.

Bu olaylar 2004 yılında gerçekleşmişti. Emekliye ayrıldığım 2006 yılından sonra yeni atamalar oldu ve oranlar değişti. Tahmin ettiğim gibi eşitlik daha fazla sağlandı. Bugün Mahkemelerimizde yargıçlarda oran personelde olduğu gibi %50 hanım, %50 erkektir. Sanırım böylece KKTC Mahkemeleri dünyada ilk kez kadın erkek eşitliğini tam olarak sağlayan mahkeme olmuştur. Yasada mevcut ilke KKTC de  fiilen gerçekleşmiştir.

Yargıç ve personelde gerçekleştirmeyi başardığımız %50 oranı ideal olan orandır. Ne İngiltere'nin ne de diğer başka bir ülkenin daha iyisini gerçekleştirmesi mümkün değildir.

İdeal oranı bulduğumuza göre bu oranın korunacağını, kadınların lehinde veya aleyhinde değişmeyeceğini ümit ediyorum. Bu başarı uygarlık düzeyimizin kanıtı olacaktır. Böylece KKTC'nin tüm dünyanın örnek alacağı özellikleri olduğunu öne sürmemiz mümkün olacaktır.         

d)Talasemiya Yasası

Bilindiği gibi Kıbrıs'ta talasemiya veya Akdeniz anemisi denilen genetik bir kan hastalığı vardır. 1974 ü izleyen yıllarda halkımızın bu hastalıkla ilgili duyarlılığı artmıştı.

Dr. Nuray Yeşiladalı gazetelerde hastalığın yarattığı acıları anlatan yazılar yazıyordu. 1978 yılında Talasemiyalıları Koruma Derneğinin kurulmasına öncülük yaptı ve ilk başkanı
oldu. Eşim Peyman Erginel de derneğin tüzüğünü hazırladı ve ilk yönetim kurulunda yer aldı.

            O tarihlerde Kıbrıs Türk halkında her yıl 25-30 hasta çocuk doğuyordu.İşin en acı yönü bu çocukların hangi ailede doğacağı belli değildi. Hasta çocuğun doğması demek tüm ailenin tarifsiz acılar içinde bir yaşama mahkum olması demekti.

O tarihlerde savaştan kalan mayınların tümü toplanmamıştı. Kırda gezen kişiler beklenmedik bir anda bir mayına basıyor ve ciddi bir kaza meydana geliyordu. Devlet mayınlar konusunda önlem almak zorunda kaldı ve geniş bir mayın tarama çalışması yaptı. Dernek bu mayınlarla hasta çocuk yapma olasılığı arasında bir benzerlik olduğunu öne sürüyordu. Çünkü talasemiya hastalığında da bir aile normal yaşamını sürdürürken hiç beklemediği anda bir felaketle karşılaşıyordu. Talasemiyalı bir çocuğun doğması mayın patlamasından çok daha büyük acılara neden oluyordu.

Bu nedenle dernek genel bir tarama başlatarak talasemiyalı çocuk doğumu konusunda halkı uyarmaya çalıştı. Ancak o günün teknik olanaklarıyla bunu gerçekleştirmek kolay değildi. Dernek bir yasa ile soruna çözüm bulma girişiminde bulundu.

Ne var ki o tarihe kadar dünyanın herhangi bir ülkesinde bu konuda  bir yasa yapılmamıştı. Bu nedenle Sağlık Bakanlığı dernek yöneticilerine olumlu bir yanıt vermedi. Sağlık Bakanlığı görevlileri Dr. Nuray Hanıma "Rüya görüyorsunuz. Böyle bir yasa yapılamaz. Böyle bir yasa Rum tarafında bile yok." dediler. Israrlı taleplerine olumlu yanıt alamayan dernek yöneticileri yargıç olduğum için bana ve eşim Av.Peyman Erginel e başvurdular ve yasa yapılması konusunda yardımcı olmamızı  istediler.

O tarihlerde Sağlık Bakanı Dr. Ali Atun idi. Bu konu bakanlıkta tartışılmış ve bir yasa yapılamayacağı kanısına varılmıştı. Daha kötüsü böyle bir yasa yapılırsa Anayasaya aykırı olacağına ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğine inanılıyordu.

Eşim Peyman Erginel ve Yargıç arkadaşlarımla nasıl bir yasa yapılmasının  bu sorunu çözeceğini günlerce tartıştık. Talasemiyalı çocuklara yardımcı olma düşüncesi bize heyecan veriyordu. Bu amaçla Sağlık Bakanlığını tekrar tekrar ziyaret ettik.

Sağlık Bakanlığına göre üç nedenle yasal düzenleme yapmak doğru değildi. Her şeyden önce böyle bir yasanın evlenme özgürlüğünü engelleyeceğini ve bu nedenle Anayasaya aykırı olacağını düşünüyorlardı. Bu nedenle Dr. Ali Beyin ilk sorusu "Böyle bir yasa Anayasaya aykırı olmaz mı?" oldu. Ona dikkat edilirse Anayasaya aykırı olmayan bir düzenleme yapılabileceğini söyledik. Bizim hukukçu olmamız nedeniyle Ali Bey fazla ısrarlı olmadı.İkinci engel Akdeniz'de sahili olan diğer ülkelerin böyle bir yasayı yapamamış olmaları idi. Acaba niçin bu ülkeler aynı sorunları olmasına rağmen böyle bir yasa yapamamışlardı?
Sağlık Bakanlığı doğal olarak denenmemiş bir işi yapmak ve risk almak istemiyordu. Dr. Ali Bey'e Kıbrıs Türk Halkının diğer halklardan üstün özellikleri olduğunu ve bazı konularda
diğer halkların yapamadığını yapabileceğini söyledik. Dr. Ali Bey'e evlilik öncesi talasemiya testi yapılmasını zorunlu kılacak, aileleri uyarma amaçlı bir yasanın Anayasal sorun
yaratmayacağını anlattık. Sonunda "Tamam yapalım ama acaba her evlenene talasemiya testi yapacak ve hatasız sonuç verecek teknik olanağımız var mı?" dedi.

İki hafta sonra bakanlığa gittiğimizde orada görevli memurlar gülerek "Bu konu kapandı çünkü devlet laboratuvarlarından yeterli aletimiz yok, kesin tanı yapamayız diye yanıt aldık"
dediler. Fakat biz Dr. Ali Beyi ziyaret etmeye ve ısrar etmeye devam ettik. Öne sürülen bu engel ciddi olamazdı. Çünkü bütçeye para koyup gerekli aletleri alarak sorun çözülebilirdi.
Nitekim Dr. Ali Bey bir süre sonra bu konu üzerinde hiç durmadı ve bize "Tasarıyı hazırlayın da görelim" dedi.

Önemli olan ülkemize yararlı olacak ve yarar sağlarken sorun çıkarmayacak bir yasa yapmaktı. Acaba nasıl bir yasa yapılmalıydı? Nasıl bir yasa halkın acılarını en etkili şekilde dindirebilir ve bunu yaparken ek sorunlar çıkarmazdı. Yasa yapmanın dünyanın en zor işlerinden biri olduğunu, Meclisimizin bu zor işi başaramadığını ve taptığı yasaların genellikle hatalarla dolu olduğunu biliyorduk. Bu iş için ön koşul taslağı hazırlayacak kişinin kalbi ve beyni ile kendini tamamen o konuya vermesidir. Bu nedenle günlerce ve gecelerce nasıl bir yasanın yararlı olabileceğini ve sorun çıkarmayacağını düşündük.

Yasa yapımında doğru yöntem kısa yoldan hedefe ulaşmayı sağlayacak, en öz ve en sade yasayı yapmaktır. Yasanın Anayasaya aykırı olmaması için ise insanların özgürlüğünü zorunlu ölçüler dışında kısıtlamaması gerekir. Bu görüşler ışığında konuyu değerlendirince Aile Yasasında yapılacak bir değişiklikle hedefe ulaşmanın mümkün olduğu kanısına vardık.

O tarihte yürürlükte olan Fasıl 339, Türk Aile Yasasının 11. maddesi evlenmek isteyenlerin evlendirme memuruna vermek zorunda oldukları belgeleri düzenliyordu. Bunlar doğum belgeleri, tarafların evlenmelerine engel bulunmadığını gösteren muhtar belgeleri, boşanma halinde Mahkeme emirleri vs. idi. Bu belgeler arasına talasemiya laboratuar raporlarını katmanın evlenenlere gerekli uyarıyı düşündük. Ancak talasemiya raporlarının bir formalite haline gelme olasılığı vardı. Evlenecek eşlerin raporların içeriğini anladıklarından ve riskleri bilerek evlendiklerinden emin olmamız gerekiyordu. Bu nedenle yasaya evlenmek isteyenlerin "Laboratuvar raporları hakkında tıbbi görüş aldıklarına ve raporların içeriğini bilerek evlenmek istediklerine dair birer beyanname" vermeleri şartını koyduk.

Özetle insanların bilgi sahibi olmalarını sağlayan, elde ettikleri bilgiyi anlamalarını garanti eden ve daha sonra karar vermede onları özgür bırakan bir taslak hazırladık. Dr. Ali Bey bize "Taslağı Bakanlar Kurulunda savunmam gerekecek. Bakanlar Kuruluna sunulacak önergeyi de siz hazırlayın" dedi. Bakanlar Kurulunda karşı çıkanlar olacağını düşünüyor ve hatta "Böyle yasa olmaz" denmesinden endişe ediyordu. Sanırım bu durumda "Taslağı yargıçlara hazırlattım" diye yanıt vermek istiyordu. Arzu ettiği gibi önergeyi de hazırlayarak kendisine verdim.

Önerge tartışmaya neden olmadan Bakanlar Kurulundan geçti. Yasama Meclisi de 27 Mart 1980 tarihinde 8/1980 sayılı Türk Aile (Değişiklik) Yasasını kabul etti. Yasanın yürürlüğe
girmesinden sonra evlenenler hasta çocuk yapma olasılıkları olup olmadığı konusunda bilgi sahibi oldular. Tahmin ettiğimiz gibi tehlike içinde olanlar gerekli önlemleri almaya başladılar.

Böylece hasta çocuk doğumu Kuzey Kıbrıs'ta tamamen durdu. Rum kesimi böyle bir yasa yapamamıştı. Aldığımız bilgilere göre orada uzun süre hasta çocuklar doğmaya devam etti.

Bazı doktor arkadaşlar uluslararası konferanslarda Rum doktorların kendilerine "her konuda biz sizden ilerideyiz ancak talasemiya yasası konusunda siz öndesiniz" dediklerini anlattılar.

KKTC de yapılan yasanın olumlu sonuç verdiğini gören Türkiye Sağlık Bakanlığı 1994  yılında bizdeki yasayı örnek alan benzer bir yasa yaptı ve hastalığın yoğun olduğu illerde
uygulamaya başladı. Yasanın uygulandığı illerde hasta çocuk doğumu Kıbrıs'ta olduğu gibi son buldu.

Kıbrıs Türk Halkının tüm dünyaya örnek olacak yasalar yapabileceği vizyonu ile hazırlanan taslak başarılı olmuş ve büyük acılara son vermişti. Böylece diğer ülkelerin yapamadığını
yapmayı başarmıştık. Hukukçular arasında bu yasanın bir devrim olduğunu düşünenler vardır. O zaman insanın aklına şu soru geliyor. Bu kadar basit bir yasa bir devrim olabilir mi?
Başta Rum kesimi olmak üzere diğer Akdeniz ülkeleri niçin böyle bir yasayı yapamamışlardı?

Bu sorulara yanıt vermeye çalışalım. Yasalar toplum içinde var olan bir sorunu çözmek için yapılırlar. Dünyada binlerce yıldan beri yasalar yapılmaktadır. İncelediğimiz zaman görürüz ki yasalar genellikle yasaklar, emirler ve zorlamalar içerir. Eğer yapılan bir ceza yasası ise bir davranış suç haline getirilir ve aykırı hareket edenlere verilecek ceza belirlenir. Hukuk yasası
ise sosyal ilişkiyi düzenler ve belirlenen kurala aykırı davrananlara karşı zarar gören kişilerin nasıl bir önlem alabileceklerini açıklar.

Özetle yasalar insanlara yukarıdan bakıp emirler veren kurallardır. Yasa koyucular için halkın bir şeyi bilip bilmemesi fazla önemli değildir. Bu nedenle "yasayı bilmemek mazeret kabul edilmez" ilkesi sık sık tekrarlanır.

8/ 1980 Sayılı Türk Aile (Değişiklik ) Yasası hukukun bu genel görüntüsüne tamamen ters bir yasa idi. Çünkü insanlara yukarıdan bakıp emir veren ve herkesi bu emre uymaya zorlayan bir yasa değil, aksine insanlara bilgi veren, insanları öğrenmeye zorlayan, insanların bir gerçeği öğrendiğinden emin olmak isteyen, fakat karar vermede onları özgür bırakan bir yasa idi.

Dünyada bizden önce halkın bir konuda bilgi almasını şart koşan ve "bu konuda bilgi aldım,  öğrendim " diye beyanname vermesini isteyen bir yasa yapılmamıştı. O zaman yasanın değişik bir dünya görüşü ile yapıldığını, bir ilk olduğunu öne sürmek mümkündür.

Dünyamızda son yüzyılda önemli değişimler yaşanmıştır. Bu değişimlere paralel olarak hukukta da gelişmeler olmaktadır. Hukuktaki gelişme katı, emredici yasalar yerine insanların
çektiği acılara duyarlı insan sevgisi içeren yasalar yapma yönünde gerçekleşmektedir. İnsanları öğrenmeye zorlayıp hareket etmede serbest bırakan talasemiya yasasının bu açıdan
önemli bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Bu yasa ile hem hasta çocuk doğması önlenmiş hem de dünyada gerçekleşmekte olan hukuk devrimine katkı sağlanmıştır. Aynı vizyon içinde
ülkemizin diğer sorunlarını çözecek başka önemli yasaların daha yapılabileceğine inanıyorum.

e)Annan Planı
Aldığımız önlemlerle KKTC mahkemelerini dünyanın en adil mahkemelerinden biri haline getirmeye çalıştığımızı anlattım. Dinlediğimiz davalarda da buna benzer bir yaklaşım içinde
idik. Verdiğimiz kararlarda hukuka uygun olmanın yanı sıra adil bir sonuca ulaşma, adil yargılama yapıldığını halkın görüp anlamasını sağlama ve Kıbrıs Türk Halkını yüceltme istenci vardı. Verdiğimiz kararları okuyanların satır aralarında bu ideallerimizi görüp anladıklarını sanıyorum. Ancak verdiğimiz kararlar arasında anlaşılması kolay olmayanlar da vardır. Bazı kararlarla ilgili farklı yorumlar ve eleştiriler yapılmıştır. Eleştirilen kararların en önemlisi Annan Planı halkoylamasına onay veren kararımızdır. (Gör: Anayasa Mahkemesi 5/2004, D.2/2004) Bu önemli kararla ilgili ek bilgi vermemin yararlı olacağını sanıyorum.

Cumhuriyet Meclisi 22.3.2004 tarihinde Annan Planı diye isimlendirilen planın referandumu için Kıbrıs Sorununun Çözümüne İlişkin Halkoylaması ( Özel ve Geçici Kurallar) Yasasını kabul etti. Cumhurbaşkanımız Sn. R. Denktaş Annan Planının kötü bir plan olduğunu ve kabul edilerek uygulanması halinde büyük felaketlere neden olacağını düşünüyordu. Bu
nedenle halkoylamasını önleme gayreti içine girdi ve Anayasa Mahkemesine başvurarak halkoylaması yasasının Anayasaya aykırı olduğu yönünde görüş talep etti.

Ben şahsen Denktaş Beyin görüşlerine katılıyordum. Annan planını elimden geldiği ölçüde incelemiş, lehte ve aleyhte öne sürülen iddiaları dinlemiştim. Planın uygulanması halinde Kıbrıs Türk Halkının büyük sıkıntılar çekeceğini ve zengin Rum halkının yanında bir  azınlık haline geleceğini inanıyordum. Ayrıca planın 1974 den beri devam eden barış ortamına son vereceğine, çatışmalara zemin hazırlayacağına, dolayısıyla Rum halkı için de hayırlı olmayacağına düşünüyordum.

Bu nedenle referandumda şahsen hayır oyu verecektim. Ancak Annan Planına karşı olmak başka şey "Yasama Meclisimiz böyle bir yasa yapamaz veya böyle bir halkoylaması yapılamaz" demek başka şeydi. Biz verdiğimiz tüm kararlarda kişisel görüşlerimizi dinlediğimiz dava konusundan ayrı tutuyorduk ve iyi bir yargıç olmak için böyle hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorduk.

Daha önce verdiğimiz kararlarda Anayasa Mahkemesinin yasaları denetlemede müdahaleci bir rol üstlenmemesi ve Yasama Meclisinin iradesine saygılı olması gerektiği görüşünü benimsemiş ve Yasama Meclisinin Anayasadaki ilkeyi açıkça ihlal etmemesi halinde yasaya müdahale edilmeyeceğini belirtmiştik.

Özetle Annan Planının iyi bir plan olmadığını düşünüyorduk. Ancak KKTC yi dünyanın en demokratik ülkelerinden biri haline getirme vizyonu ile hareket ettiğimiz için halkın
iradesine başvurulmasını destekliyorduk. Bu durumda referandumun yapılamayacağı yönünde görüş oluşturmamız hatalı olacaktı.

Bu görüşler ışığında Annan Planı halkoylaması yasasını değerlendirdik ve yasanın Anayasaya aykırı olmadığına dolayısıyla halkoylamasının yapılabileceğine karar verdik. Kararda yer alan yasal görüşleri burada tekrarlamayı gereksiz buluyorum. (Gör: Anayasa Mahkemesi 5/ 2004, D. 2/2004). Verdiğimiz karardan sonra halkoylaması yapıldı ve bilindiği gibi Türk kesiminde evet oyu çıkarken Rum kesiminde hayır oyu çıktı. Bu nedenle plan uygulanmadı.

Kişisel görüşüme göre Kıbrıs Türk Halkı seçimini hatalı yapmıştı. Fakat doğru veya yanlış karar vermek halkın hakkıydı. Halkoylamasının yapılmasını engellemek Kıbrıs Türk Halkına büyük haksızlık olacaktı.

Halkoylamasını Anayasaya uygun bulmamızın en önemli nedeni halkoylamasının Kıbrıs Türk
Halkının kendi geleceğini belirleme hakkını kullanması anlamına gelmesi idi.

Kıbrıs'ta eskiden beri Rum Yöneticiler Kıbrıs halkının kendi geleceğini belirleme (self determinasyon) hakkı olduğunu öne sürmekte ve bu hakkı kullanmak için fırsat aramaktadırlar. Onların görüşüne göre Türkler azınlıktır ve bu nedenle Kıbrıs'ın geleceğini belirlemede herhangi bir etkileri olmamalıdır. Buna karşı Türk görüşüne göre Kıbrıs'ta iki halk yaşamaktadır ve iki halkın ayrı self determinasyon hakları vardır.

Anayasa hukukçusu olarak bizim görüşümüze göre Türk görüşü tartışma kaldırmayacak kadar haklı ve uluslar arası hukuka uygundur. Çünkü 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile 1960 Anayasası bu soruna kesin yanıt vermiş ve Kıbrıs'ta iki ayrı halkın seçilmiş temsilcilerinin imzasıyla Cumhuriyet kurulmuştur. Buna göre iki halkın ayrı self determinasyon hakları vardır.  Tarafsız hukukçuların söz konusu antlaşmalarla 1960Anayasasını daha farklı yorumlamaları mümkün değildir.

21 Aralık 1963 de Rum yöneticiler Kıbrıs Cumhuriyetinin ortaklık yapısını değiştirerek devleti uniter bir devlete dönüştürmeye teşebbüs ettiler. Başarmış olsalar Kıbrıs Türk Halkının ayrı self determinasyon hakkı kalmayacaktı.

BM gözetiminde hazırlanmış Annan Planı halkoylamasının yapılması uluslar arası hukuk açısından Kıbrıs Türk Halkının ayrı self determinasyon hakkı olduğunu teyit etmekte ve bu hakkı bir kez daha tartışılamayacak kadar netleştirmekte idi. Bu koşullarda halkoylamasına engel olmak haksız Rum görüşünü desteklemek anlamına gelecekti. Halbuki biz her alanda Kıbrıs Türk Halkının haklarını artırmak istiyorduk. Bu nedenle verdiğimiz diğer yasal gerekçelere ek olarak "Annan planı halkoylamasının KKTC halkının kendi geleceğini belirleme hakkını teyit ettiğini ve bu nedenle yapılabileceğini" belirttik.

Annan Planı halkoylaması, planın iyi veya kötü olduğuna bakılmaksızın Kıbrıs Türk Halkının kendi geleceğini belirleme hakkının ifadesi olduğu için yapılabilmiştir. Bu karar ışığında yapılan referandumdan sonra uluslararası hukukta Rum Yöneticilerin Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon hakkı olmadığını öne sürmeleri olanağı kalmamıştır. Bu nedenle hukuk açısından halkoylamasının halkımıza kazanç sağladığını öne sürmek mümkündür.

Halen Kıbrıs sorununun çözümü ile ilgili müzakereler devam etmektedir. Müzakerelerde Kıbrıs'ta yeni bir federal devlet kurulması tartışılmaktadır. Bu tür müzakerelerde karşılıklı taviz verilmesi ve bir orta yol bulunması doğaldır. Yargının varılacak anlaşmaya müdahalesi söz konusu olamaz. Ancak bir hususa dikkati çekmemiz gerekiyor. Varılacak anlaşmada Kıbrıs Türk Halkının kendi geleceğini belirleme hakkını koruması önemlidir. Yapılacak anlaşmanın geçmişte kurulmuş 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti gibi yürütülememesi halinde, KKTC halkının Çekoslavakyada olduğu gibi ortak devletten ayrılma hakkı olmalıdır.

Ayrılma hakkından vazgeçmek self determinasyon hakkından vazgeçmek anlamına gelecek ve Annan Planıyla ilgili Anayasa Mahkemesi kararına ters düşecektir. Ayrılma hakkından vazgeçen bir anlaşmanın Kıbrıs Türk Halkının geçmişte elde ettiği hakları yitirmesi anlamına geleceği ve KKTC Anayasasına ters düşeceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Halkımızın haklarını erozyona uğratacak değil artıracak bir anlaşmanın yapılmasını temenni edelim.



f)Yasa ve Kararların Eksiksiz Bulundurulması
Kontinental hukuk sisteminde yasa ve tüzükler hukuk bilgisinin temel kaynağıdır. Bu nedenle bir hukukçunun tüm yasa ve önemli tüzükleri elinin altında bulundurması gerekir.

Anglosakson sistemde ise Yüksek Mahkeme veya Yargıtay kararları ön plana çıkar. Çünkü yasalar boşluklarla doludur ve içtihatlar, ülke hukukunu oluşturmada önemli bir role sahiptir.
Bu nedenle Anglosakson sisteme "İçtihat Hukuku" da denmektedir. Anglosakson sistemde yasal bir sorunla karşılaşan bir hukukçunun ilk yapacağı şey o konuda Yüksek Mahkemenin
bir kararı olup olmadığını araştırmaktır. Konunun kaç kez Yüksek Mahkemede tartışıldığını ve Yüksek Mahkeme görüşlerinde bir değişiklik olup olmadığını da öğrenmek zorundadır. Dolayısıyla her hukukçunun arşivinde yasa ve tüzüklerin yanı sıra tüm Yüksek Mahkeme kararlarının da bulunması gerekir.

Bu konuda bir anımı anlatmak istiyorum. Sn. Salih DayıoğluYüksek Mahkeme Başkanı iken bir gün bana şöyle dedi :

"Mahkemelerde, tüm yasalarla Yüksek Mahkeme kararlarının eksiksiz bulunduğu bir tek yer var, o da benim odam. Bunun için özel bir gayret gösteriyorum her yıl verilen Yüksek Mahkeme kararlarını ciltletmeyi ihmal etmiyorum; tüm yeni yasa ile yasa tadillerini de eksiksiz muhafaza ediyorum. Arkadaşlarım maalesef bunları yapmıyorlar. Odalarında bulunan yasa ve kararlarda eksiklikler var. Bir konu tartışıldığı zaman son yasal durumun ne olduğundan emin olamıyorlar. Bu nedenle bana başvurup öğrenmeye çalışıyorlar. Arzu edersen yaptığım çalışmayı dikkate alarak odandaki yasa ve kararları tamamla."
Bu sözler bir hukukçunun arşivinde bulunan yasa ve kararların eksiksiz olmasının ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu.

Derhal Sn. Salih Dayıoğlunun önerisini yerine getirmeye koyuldum. Sn. Salih Dayıoğlunun sözleri önemli bir gerçeği meydana çıkarıyordu. Ancak bir yerine iki odada tüm yasa ve
kararların eksiksiz olması da fazla bir anlam ifade etmeyecekti. Bu olanaktan tüm hukukçuları yararlandırmanın yollarını bulmamız gerekiyordu.

2002 yılından sonra bu olanağı da bulduk. KKTC Mahkemelerinin Web sayfasına KKTC de
yürürlükte olan tüm yasalarla, tüm Yüksek Mahkeme kararlarını koyduk. Bunlara yürürlükten kalkmış yasaları da ekleyerek hukukçulara yasalarda nasıl değişiklik yapıldığını görme ve kıyaslama olanağı verdik. Web sayfasına önemli tüzükleri de koyarak tüm tüzükleri koyma çabası içine girdik. Böylece geçmişte bir tek odada bulunan bilgilere her hukukçunun ulaşmasını sağladığımızı düşünüyorum.

Web sayfası oluşturmada ne kadar başarılı olduğumuzu bir örnekle anlatayım. Annan Planı hazırlanırken B.M. uzmanları ve bazı akademisyenler 1960 da Kıbrıs'ta yürürlükte bulunan
yasaları eksiksiz olarak bulmaya çalışıyorlardı. Bu amaç için Rum kesiminde çaba harcadılar ancak elde ettikleri bilgilerin eksiksiz olduğundan emin olamıyorlardı. Halbuki bizim
elimizde son İngiliz valisinin ayrılmadan önce imzalayıp Yüksek Mahkemeye bıraktığı yasalar eksiksiz olarak vardı. Bunları büyük bir titizlik içinde web sayfamıza koyarak
hukukçuların yararlanmasına açmıştık. Bu nedenle uzmanlar kaynak olarak web sayfamızdan yararlanmaya başladılar.

Web sayfamızdaki bu olanakların korunacağını ve Mahkemelerin Web sayfasının sürekli güncelleşip eksiksiz hale getirileceğini ümit ediyorum.
 
g)İçtihatların Derlenip Kitap Halinde Yayınlanması

Yasa ve Yargıtay kararlarının toplanması ve eksiksiz el altında bulundurulması yararlı bir  çalışma olmakla birlikte sorunu tamamen çözmüş değildi. Diyelim ki bir konuda yasal bir sorunla karşılaştınız ve o konuda beş Yüksek Mahkeme kararı bulunduğunu saptadınız. Bu kararları okumak ve bir kanıya varmak için uzun, belki de aylar süren bir çalışmaya gerek
duyulacaktır. Kararları her okuyan farklı bir anlam verebileceği için gereksiz görüşler ortaya atılacak ve tartışmalar uzayıp gidecektir. Bu nedenle Yüksek Mahkeme kararlarının yetkili bir
organ tarafından özetlenerek fihristlenmesi ve yayınlanması önemli bir çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çalışkan hukukçular genellikle hukukun bir alanını seçerek Yüksek Mahkeme kararlarını özetlerler ve meslektaşlarına yardımcı olacak eserler meydana getirirler. Amatör nitelikte olan bu çalışmaların Anglosakson veya Kontinental, her iki sistemde de büyük yararları vardır. Ancak hemen ekleyelim ki Anglosakson sistemde bundan farklı, sisteme özgü bir çalışmaya daha ihtiyaç vardır. O da Yüksek Mahkeme denetiminde Yüksek Mahkeme kararlarının özetlenmesi, benimsenen ilkelerin ortaya çıkarılması ve fihristlenip her yıl kitap olarak yayınlanmasıdır.

Tüm ilke içeren kararları kapsaması gereken bu çalışma Anglosakson sistemin gereği olup yapılmaması halinde sistemin aksaması ve yozlaşması söz konusudur. Bu çalışmanın Yüksek Mahkemenin fonksiyonunu tamamladığı ve Yüksek Mahkeme görevinin ayrılmaz bir parçası olduğu kabul edilmektedir.

Yüksek Mahkeme kararlarının derlenmesinin Anglosakson sistemdeki önemini anlamak için bu sistemin nasıl çalıştığına göz atalım. Anglosakson sistemde yasalar her konuyu detaylı olarak düzenlemezler. Yargıca hemen her alanda geniş takdir yetkisi tanırlar. Mahkemelerin bu yetkiyi kullanarak yasal boşlukları doldurmaları gerekir. Mahkemeler, takdir yetkilerini
kullanırken Yüksek Mahkemenin benimsediği ilkelere uymak zorundadırlar. Bu nedenle Yüksek Mahkemenin ilkeler belirlemesi ve bu ilkeleri tüm hukukçuların bilgisine getirmesi
sistemin normal çalışması için gereklidir.

Diğer bir ifade ile Anglosakson sistemde Yüksek Mahkemenin önündeki davaları sonuçlandırması yeterli değildir. Bunun yanı sıra ilk mahkemelerde dinlenmekte olan benzer davaların nasıl sonuçlanacağı konusunda yol gösterici olma, bunun için ilkeler koyma ve bu ilkeleri hukukçuların bilgisine getirme görevi vardır. Bu yapılıp her yıl belirlenen ilkeler kitap haline getirildiği zaman yasal bir araştırma yapmaya başlayan hukukçu o konuda benimsenmiş tüm ilkeleri alt alta koyup okuyabilecek ve kapsamlı bir görüş sahibi olabilecektir. Mahkemelerde gerçekleşen yasal tartışmalar bu noktadan sonra başlayacak ve dolayısıyla hukukun gelişmesi ve zenginleşmesi sağlanacaktır. Böyle bir çalışma sonunda her ülkede kendine özgü hukuk oluşacaktır.

Anglosakson sistemin düzenli çalışması için gerekli olan bu çalışmayı yapmak kolay değildir. Her şeyden önce yararların dikkatle okunarak benimsenen ilkelerin eksiksiz ortaya çıkarılması gerekir. Bir ilkenin bile eksik kalması halinde o konuda farklı bir ilkenin bulunma olasılığı akla gelecek ve bu olasılık sistemin aksamasına neden olacaktır.

Anglosakson sistemin gereği olan bu çalışma geçmişte Kıbrıs'ta muntazam yapılıyordu. İngiliz döneminin başladığı ilk yıllardan itibaren Kıbrıs İstinaf Mahkemesi kararlarını yukarıda belirttiğim gibi özetleyip yayınlamaya başlamıştır. Bazı yıllar az karar verildiği halde yine de o yıl için ayrı bir kitap yayınlanarak yapılan çalışmalara netlik kazandırılmıştır. Böylece İstinaf Mahkemesinin belirlediği ilkeler tüm hukukçuların ve devlet organlarının bilgisine getiriliyor ve ülke hukukunun bir parçası haline geliyordu.

İstinaf Mahkemesi (Yargıtay) kararlarının özetlenip her yıl yayınlanması 1960 yılından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti devrinde aynen devam etti. 1963 yılından sonra Rum kesiminde ayrı bir hukuk düzeni kuruldu. Rum İstinaf Mahkemesi kendi bölgesinde geçerli olmak üzere kararlarını yayınlamaya başladı. Bu konuya ne kadar büyük önem verdiği, yıllık
yayınların yanı sıra aylık yayınlara da başlamasından anlaşılmaktadır.

1965 yılında Kıbrıs Türk İstinaf Mahkemesi çalışmalarına başlayınca sistemin düzenli çalışması için aynı şekilde Kıbrıs Türk İstinaf Mahkemesi kararlarının da özetlenip, fihristlenip, yayınlanması gerekiyordu. Böylece Kıbrıs Rum halkı gibi Kıbrıs Türk Halkı da kendi hukukunu yaratma yönünde adımlar atmalıydı. Maalesef İstinaf Mahkememiz ilk yıllarda bu konuya gereken önemi vermedi. Belki de Türk kesiminde kurulan düzenin geçici olduğu düşünülüyordu veya oldukça zor olan bu işe zaman ayrılamıyordu. Bu nedenle uzun süre içtihatların derlenip yayınlanması işine ara verildi.

Sistemin gereği olan bu çalışmanın yapılmamasının sorunlar yaratacağı kaygısı içine girdik. Anglosakson sistemi uygulayan eski İngiliz kolonisi bazı Afrika ülkelerinde içtihatların derlenmesi işine önem verilmediği için sorunlar çıktığını
işitiyorduk. Şöyle ki ilkeler yayınlanmayınca, Yüksek Mahkemenin de ilke koymaktan vazgeçtiği, sistem gereği yasalarda boşluklar olduğu için büyük bir düzensizlik yaşandığı
ve bu nedenle hukukun yozlaştığı bilgimize geliyordu. Bu olasılık Kıbrıs Türk Mahkemelerini dünyanın en adil Mahkemelerinden biri haline getirme vizyonunu benimseyen bizleri rahatsız ediyordu.

Bu nedenle arkadaşlarım  Mustafa Hoca ve Saffet Memetalioğulları ile birlikte Yargıtay kararlarını Anglosakson sisteme uygun şekilde özetledik. Hazırladığımız kitaplar Yüksek Mahkeme tarafından yayınlandı. Herhangi bir hukuk dalında çalışıp eser vermek isteyen hukukçular bu temel çalışmadan yararlandılar.

Oldukça zor olan özetleme işini gerçekleştirerek hukuk sistemimize katkı sağladığımızı ve sistemi yozlaştırabilecek bir kapıyı daha kapadığımızı düşünüyorum. Daha sonra bu çalışmalar Mahkemenin Web sayfasına konmuştur. Üzerlerinde
çalışılıp geliştirilmeleri ve kusursuz hale getirilmeleri yararlı olacaktır. Hiç değilse özetleme işinin aynı şekilde devam etmesi gerekmektedir.

Derlenen bu kararları incelediğimiz zaman ülkemizde hukuk sisteminin doğru yönde geliştiğini ve KKTC'nin kendi hukukunu yaratmakta  olduğunu söyleyebiliriz. Genç arkadaşlarımın bu konunun önemini takdir edip aynı çalışmaya devam edeceklerine ve hukuk sistemimizin bozulmasına fırsat vermeyeceklerine inanıyorum.


Sonuç
Uzun ve zahmetli bir mücadeleden sonra KKTC Mahkemelerini dünya Mahkemeleri arasında saygın bir yere getirebildiğimize inanıyorum. Emekli olduğum 2006 yılından önce yapılan anketlerde KKTC halkı da Mahkemelere tamamen güvendiğini diğer hiçbir kuruma bu kadar güven duymadığını ifade etmiştir.