Orams  Kararına  Karşı  Alınabilecek Önlemler

İngiltere İstinaf Mahkemesinin Orams davasında  19 Ocak, 2010 tarihinde verdiği karar KKTC de büyük tepkilere neden oldu.
Herkesin aklına değişik sorular geliyor.

Arzu ederseniz  Orams davasını  masaya yatıralım ve halkımızın merak ettiği sorulara yanıt bulmaya çalışalım.

Mahkemenin ismi nedir?
İşin başında Mahkemenin ismi konusunda ortaya çıkan karmaşayı  gidermemiz gerekiyor. AB (Avrupa Birliği) birçok konuda olduğu gibi mahkemesinin ismi konusunda da insanları şaşırtmıştır. Lüksenburgda oturum yapan, her AB ülkesinden bir yargıcın  görev yaptığı ve  AB hukuku konusunda en yetkili Mahkeme olan Avrupa Birliği Mahkemesi 1958 yılında kurulmuştu. İlk ismi Court of Justice of the European Communities (CJEC), yani Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) idi. Buna rağmen birçok yerde  Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) olarak anılıyordu. Diğer birçok yerde ise kısa ismiyle European Court of Justice (ECJ), yani Avrupa Adalet Divanı (AAD) olarak anılıyordu.
2009 da imzalanan Lizbon Antlaşması ile Mahkemenin  ismi değiştirildi ve Court of Justice of European Union (CJEU)yani Avrupa Birliği Adalet Divanı(ABAD) oldu. Böylece hatalı olarak ABAD ismini kulananlar doğru ismi kullanmış oldular. Kısa ismi olan European Court of Justice (ECJ) yani Avrupa Adalet Divanı (AAD) ismi ise her zaman olduğu gibi kullanılmaya devam etmektedir. Özetle bu mahkemenin ABAD ATAD ve AAD olmak üzere üç ismi vardır. Bu durumda sanırım bizim şu andaki tam ismi olan ABAD ismini kullanmamız daha uygun olacaktır. Ancak  AAD, ATAD veya ABAD isimlerinin kullanılmasında da akınca yoktur.

Orams davasında hangi konular tartışıldı?
Orams davasında İngiltere İstinaf Mahkemesinin 19 Ocak 2010 da verdiği kararı anlayabilmek için öncelikle ABAD ın 28 Nisan 2009 tarihinde verdiği  kararı anlamamız gerekiyor.

Orams davasında iki konu tartışılıyordu.
1)      Rum Mahkemelerinin KKTC de meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olup olmadığı. Diğer bir ifadeyle Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB( Avrupa Birliği) ne  Katılım Sözleşmesine ek 10. Protokolün 1ci maddesinin yorumu.
2)      Eğer Rum Mahkemelerinin kuzeydeki olaylarda yargı yetkisi varsa verilen kararların İngilterede icra edilebilip edilemeyeceği. Diğer bir ifade ile 44/2001 sayılı AB Tüzüğünün  35(1) maddesinin yorumu.

İncelediğimiz zaman görürüz ki bu konuların daha önemli olanı birincisidir. ABAD bu konuda 28 Nisan 2009 tarihinde  kararını vermiş ve  KKTC de meydana gelen sivil ve ticari konularda Rum Mahkemelerinin yargı yetkisi olduğunu hükme bağlamıştır. Bu karar verildikten sonra Orams kararının İngiltere'de tanınma ve tenfizi, diğer bir ifade ile icra edilebilip edilemeyeceği önemini büyük ölçüde yitirmişti. Çünkü İngilterede icra edilemese bile hüküm varlığını koruyacak ve diğer  AB ülkelerinde icra edilebilecekti.

Orams davasının geçmişine gittiğimiz zaman  İngiltere Yüksek Mahkemesinin  6 Eylül,2006 tarihinde  10. cu Protokolü yorumladığını ve Rum Mahkemelerinin Kuzeyde meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olmadığına karar verdiğini görürüz. ABAD bu kararın hatalı olduğu kanısına vararak kararı bozmuştur. İngiltere Yüksek Mahkemesinin verdiği karar ABAD tarafından bozulduktan sonra dava İngiltere İstinaf Mahkemesine iade edilmiş ve Rum Mahkemesinin  Kuzeye ilişkin  kararlarının İngilterede tanınma ve tenfizi yani icra edilebilip edilmeyeceği tartışılmaya başlanmıştı. ABAD, 28 Nisan 2009 tarihli kararıyla İngiltere Yüksek Mahkemesinin kararını bozmakla kalmamış icra konusunda da  44/2001 sayılı tüzüğü dar yorumlayarak üye devletlerin hareket alanlarını çok sınırlamıştı. Böylece İngiltere Mahkemelerini Rum Mahkeme kararlarını  icra etmeye zorlamıştı. İngiltere İstinaf Mahkemesi de bu karara uymuş ve Rum Mahkemesini Orams davasında verdiği  kararın  İngilterede  icrasını önleyecek  yasal bir gerekçe bulunmadığına  karar vermiştir. Bunun sonucu olarak Rum Mahkeme kararının İngilterede  kaydı  geçerli hale gelmiştir. Dolayısıyla Rum Mahkemesinin verdiği  karar  İngiltere Mahkemelerinin verdiği diğer herhangi bir karar gibi icra edilebilecektir. Bu durumda Orams ailesinin İngilterede   olan evi ve bankalarda bulunan parasına karşı icra takibi yapılabilecektir.

ABAD ın verdiği kararın sonuçları neler olacaktır?
ABAD Rum Mahkemelerinin KKTC de meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olduğuna karar verdiğine göre herhangi  bir Kıbrıslı Rum, herhangi bir KKTC vatandaşını veya KKTC de yaşayan her hangi bir kişiyi Rum Mahkemelerinde dava edebilecek ve aldığı hükmü tüm AB ülkelerinde icra edebilecektir.  Rum Mahkemeleri açılan davalarda doğal olarak kendi devletlerinin hukukunu uygulayacaklardır. Bu yargılamada davalıların KKTC hukukuna uygun hareket edip etmedikleri dikkate  alınmayacaktır.  Dolayısıyla Kıbrıs Türklerinin öne sürebileceği savunmaların hiçbir önemi olmayacaktır. Nitekim Orams davasında bu savunmalar dikkate alınmamıştır. Bu durumda kendi devletlerinin hukukunu uygulamaktan başka kusuru olamayan Kıbrıs Türk Halkı AB ülkelerinde aranan borçlular ve suçlular haline gelecektir.

Durumu bir benzetme ile anlatalım
Benzetmede hata olmaz derler. Suçsuz bir adamın  cinayet işlemekle suçlandığını varsayalım. Bu kişinin  durumunu kendi devletlerinin hukukunu uygulamaktan başka kusuru olmayan Kıbrıs Türklerine benzetebiliriz.  İngiltere Yüksek Mahkemesinin 6 Eylül 2006 da verdiği karar  beraat kararı idi.  ABADın   28 Nisan 2009 tarihli kararla  beraat kararını bozup idama dönüştürdüğünü ve infaz gününü saptaması için davayı  İngiltere'ye geri gönderdiğini düşünebiliriz.  İngiltere İstinaf Mahkemesinin 19 Ocak 2010 tarihli  kararı ise infazın gerçekleşeceğini açıklamıştır. İdam kararına tepki göstermeyen sanık ve sanık yakınları İngiltere İstinaf Mahkemesi kararına büyük tepki gösteriyorlar. ABAD ın verdiği idam kararının değişmesini sağlamaya çalışacaklarına  çareyi başka alanlarda arıyorlar.

Olaylara farklı bir perspektiften bakma
Böylece Orams davasına araştırmalarımızın bizi götürdüğü  farklı bir perspektiften bakmaya başlamış bulunuyoruz. Bu yazı dizisinde hem geçmiş olayları gözden geçirecek hem de alternatif çözüm yolları bulmaya çalışacağız.

Kıbrısta halklar arası müzakereler devam ediyor. Bu müzakerelere devam etmenin çok önemli olduğu ve bir anlaşmaya varılma olasılığı bulunduğu söyleniyor. Varılacak anlaşma Orams davasında ABAD ile  İngiltere İstinaf Mahkemesinin verdiği  kararların olumsuzluğunu ortadan kaldırabilir mi?

Kıbrısta eskiden beri Rum tarafı ile anlaşmanın tek çıkar yol olduğunu öne süren bir görüş vardır.  Bu görüşte olanlar zaman zaman Rum liderlerin söz ve davranışlarından  çözüm istemediklerini görüp ümitsizliğe kapılmaktadırlar.  Orams kararlarından sonra müzakerelerin ve bir çözüme ulaşmanın çok daha gerekli hale geldiğini öne sürmeye başladılar. Buna karşı olan diğer bir görüş ise Orams kararlarından sonra bir anlaşmaya varmanın anlamsız hale geldiğini çünkü yapılan anlaşmanın geçersiz olacağını öne sürmektedir. Acaba bu görüşlerden hangisi  doğrudur?

ABAD ( Avrupa Birliği Adalet Divanı) nın   aleyhimize verdiği karar AB  nin birincil hukukudur
ABAD (ATAD, AAD) ın 28 Nisan 2009 da aleyhimize verdiği kararın ne anlama geldiğini özetle görmüştük. Bu karar Rum Yönetiminin AB ye Katılım Sözleşmesine ek 10. cu Protokol,  yorumlanarak  verilmişti. Katılım sözleşmeleri  AB nin birincil hukukudur. ABAD kararı ise bu  hukukun yorumudur ve dolayısıyla birincil hukuktur.
AB nin birincil hukuku AB hukuk normları hiyerarşisinde en üst düzeyde yer alır. Bir ülkede yasaların Anayasaya uygun olma zorunluluğu olduğu gibi AB deki kuralların da birincil hukuka uyma zorunluluğu vardır. Aykırı olma durumunda birincil  hukuk geçerli olur  ve diğer kurallar geçersiz hale gelir. Şu halde Kıbrısta varılacak anlaşma AB nin birincil hukuku  haline gelmeyecekse Orams davasında ABAD ın verdiği karar geçerli olmaya devam edecek, Rum Mahkemelerinin Kıbrıs Türkleri  aleyhine verdiği kararlar geçerli olacak ve halklar arası müzakerelerde varılan anlaşmanın bir  anlamı kalmayacaktır.  

ABAD kararı değişebilir mi?
Kıbrıs Türk Halkını AB ülkelerinde Rum Halkın tutsağı haline getiren, diğer bir ifade ile idam kararı niteliğinde olan 28 Nisan 2009  tarihli ABAD kararının nasıl değişebileceğini anlamak için genel hukuk bilgilerine göz atalım. Bilindiği gibi  Yasaları Yasama Meclisleri veya Parlamentolar yapar. Daha sonra  yorumlama görevi ise Mahkemelere düşer. Mahkemeler bir yasayı yorumlayıp karar verdiler mi   bu  karar bir daha değişmez. Çünkü yargıda "kesin hüküm" ilkesi vardır. Diyelim ki Hükümet bir kararı beğenmedi ve değiştirmek istiyor. O zaman başa dönmesi ve yasayı değiştirmesi  gerekir. Bunun gibi Kıbrıs Türkleri aleyhine ABAD ın verdiği idam kararının değişmesi için de başa dönmek ve yorumu yapılan Katılım Sözleşmesini değiştirmek gerekir. Buna göre Kıbrıs görüşmelerinde  varılacak anlaşmanın bir anlam ifade etmesi için AB ye katılım sözleşmesi haline gelmesi yani geçmiş katılım sözleşmesini değiştirmesi gerekir.

AB ye katılım sözleşmesi değişebilir mi?
AB ye katılım sözleşmesinin  değişmesi için izlenmesi gereken  yol  üzerinde duralım.  Bunun için her şeyden önce Rum Yönetiminin buna razı olması  gerekir. Yani iki halkın haklarına ilişkin çeşitli konularda bir anlaşmaya varmak yeterli olmayıp bu anlaşmanın AB ye   katılım sözleşmesini değiştireceği ve AB nin birincil hukuku haline geleceği konusunda da  anlaşmaya varmak  gerekir. Ancak bu da yeterli değildir. Çünkü  Kıbrısın AB ye katılım sözleşmesi Kıbrıs Rum Devleti ile AB arasında yapılmış bir sözleşmedir ve dolayısıyla  AB nin de bu sözleşmenin değişmesini kabul etmesi gerekir. AB Yöneticilerinin  katılım sözleşmesinin değişmesini kabul ettiğini varsayalım. Bu değişikliğin yasal hale gelmesi  için yeni sözleşmenin  AB ye üye 27 ülke parlamentolarının her birinde ayrı ayrı onaylanıp kabul edilmesi gerekir. Bunun ise çok zor bir iş olduğu açıktır. Bir tek devlette onaylanmazsa yeni katılım sözleşmesi geçersiz olacak ve Kıbrıs Türk Halkı  ABAD kararının öngördüğü gibi Rum yasalarına tabi, tutsak bir  azınlık olmaya devam edecektir.

Müzakereler konusunda makul yaklaşım nasıl olabilir?
Kıbrısta varılacak anlaşmanın AB katılım sözleşmesini değiştirmesinin ne kadar zor olacağını öğrenen sade bir vatandaş  nasıl düşünür? "Yıllarca görüşüp anlaşma yapmaya çalışmadan önce bu anlaşmanın işe yarayacağı  yani  AB ye  katılım sözleşmesini değiştireceği konusunda anlaşalım. Boşuna zaman kaybetmeyelim" diye düşünür değil mi? Maalesef Türk tarafının böyle bir yaklaşımı yoktur. Türk tarafı sadece varılacak anlaşmanın AB nin birincil hukuku haline gelmesi konusunun müzakerelerde tartışılacak konulardan biri olmasında ısrar ediyor ve bunu  yeterli buluyor.

Rum Tarafından ve  AB Yöneticilerinden ise  katılım  sözleşmesinin değişmesine razı oldukları ve bunu gerçekleştirecekleri yönünde hiç bir ümit ışığı gelmiyor. AB Yöneticileri sanki Kıbrıs Türkleri saf ilkokul çocukları imiş gibi bilineni tekrarlıyorlar ve yeni sözleşmenin birincil hukuk haline gelmesi konusundaki ısrarımızı ve kaygılarımızı anladıklarını söylüyorlar. Bu kaygıları gidermek için yaptıkları hiçbir şey yok. Geçmişte sözlerini tutmamış olan bu kuruluş bu kez söz dahi vermiyor. Genelde katılım sözleşmelerini  değiştirmenin  kolaylaşacağı  ve  üye devlet parlamentolarında onaylanma şartının ortadan kalkacağı söyleniyor. Ancak  değişikliğin ne zaman ve nasıl geçekleşeceği konusunda ne bir açıklama var ne de bir güvence.

AB de 44/ 2001 sayılı tüzüğün değiştirilmesi için bazı çalışmalar yapılıyor. Tüzük birincil hukuk olmadığı için oy çokluğu ile değiştirilmesi mümkün. Ancak bu değişikliğin Kıbrıs Türk Halkına yapılan  haksızlığı gidermesi söz konusu değil . Çünkü temel haksızlık Tüzüğün değil  Protokolün yorumunda yapılmıştır. Tüzüğün değişmesi ile Kıbrıs Türk halkının haklarının korunabileceğini düşünmek için çok saf olmak gerekiyor.

AB nin tutum ve davranışından Kıbrısta bir anlaşma istediği konusunda samimi olmadığı şüphesi uyanmıyor mu? Bir taraftan  gerçekleşmesi söz konusu olmayan bir anlaşmanın yapılmasını destekler gibi görünüyor, diğer taraftan ABAD a sunulan AB Komisyonu raporunda  Kıbrıs Türklerini  Rum Yönetimine bağlı bir azınlık haline getirmeye çalışıyor. Herhalde müzakerelerin uzun süre devam edeceğini ve  zaman içinde Kıbrıs Türk Halkının azınlık olmaya razı olacağını düşünüyorlar.

Geçerli olmama olasılığı çok yüksek olan bir anlaşmaya varmak için müzakerelere devam etmek doğru mu?
Olayı yine bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım. İki kişi arasında anlaşmaya varmak için görüşmeler  yapılıyor. Verilen Mahkeme kararları nedeniyle bu anlaşmanın geçerli olmayacağı ortaya çıkıyor. Anlaşmanın geçersiz olmasından zarar görecek taraf  biraz durup  "geçerli olacak bir anlaşma yapalım. Anlaşmanın geçerli olmasını garantiye alalım" demiyor ve hararetle müzakerelere devam etmek istiyor. Bu yaklaşımın tutarlı olup olmadığına karar vermek sizlere düşmektedir.

ABAD kararının olumsuz etkisinden kurtulmanın yolu yok mu?
ABAD kararının etkisinden kurtulma yolunun  Kıbrıs Cumhuriyeti katılım sözleşmesini değiştirmek ve  mevcut sözleşmenin yerine yeni bir katılım sözleşmesi koymak olduğunu görmüştük.  KKTC nin ayrı bir devlet olarak tanınması ve AB ye girmesi de bunu sağlayacak yollardan biridir. O zaman da yeni bir katılım sözleşmesi yapılacak ve dolayısıyla ABAD kararı ortadan kalkacaktır. Böylece  Kıbrıs Türk Halkı AB ülkelerinde aranan borçlular ve suçlular haline gelmekten kurtulacaktır. KKTC halkı kendi derogasyonlarını kabul ettirip AB içinde  hiçbir sorunla karşılaşmadan  güvenli bir yaşam sürdürebilecektir. Böyle bir gelişme Türkler ile Rumlar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldıracağından Kıbrısa sürekli barış getirecektir. Ancak bu güzel gelişmelerin  gerçekleşmesi için öncelikle bizim böyle bir çözüme inanmamız ve  kararlı bir mücadele vermemiz  gerekir.

Orams kararlarına karşı nasıl bir önlem alınabileceğini tartışırken  karşımıza bizi engelleyen iki görüş  çıkıyor. Bu görüşlerin ilki Kıbrısta devam etmekte olan müzakerelerde varılacak bir anlaşma ile bu sorunun çözülebileceği  görüşüdür. Bu görüşün doğru olmadığını, ABAD (Avrupa Birliği Adalet Divanı) kararından sonra ikili müzakerelerin anlamını yitirdiğini ve varılacak anlaşmanın geçersiz olacağını yazı dizisinin dünkü bölümünde gördük. Diğer görüş ise Orams kararlarının uluslar arası hukuka uygun olduğu ve bu nedenle kaderimize razı olmamız gerektiği görüşüdür. Bugün halkımızı pasifliğe iten bu ikinci  görüşün doğru olup olmadığını incelemeye çalışalım.

Orams davasında verilen kararlar uluslar arası hukuka uygun mu?
AİHM ve ABAD ın Kıbrıs Türkleri aleyhine verdiği kararların uluslar arası hukuka uygun olduğunu, kusurun bizde olduğunu ve durumumuzu düzeltip  uluslar arası hukuka uygun hale gelmemiz gerektiğini öne süren bir görüş vardır. Bu görüş AİHM  nin Loizidu, Aresti ve benzer davalarda verdiği kararlardan sonra sıkça öne sürülmüştü. Acaba bu görüşe katılmak mümkün mü?

Konuyu incelemeye başlamadan önce Oramsları dava eden Apostolidesin avukatı  Kandunas ın sözlerini anımsamamızda yarar vardır. İngiltere Yüksek Mahkemesi 6 Eylül 2006 tarihinde Orams davasında  Rum taleplerini reddederek Orams lar lehine, daha doğrusu KKTC lehine karar verdiği zaman Kandunas  " Biz mücadeleye devam edeceğiz ve sonunda kazanacağımızdan eminim. Loizidu davasını da önce kaybetmiştik fakat yılmadık ve mücadele ederek kazandık" demişti. İncelediğimiz zaman Kandunas ın  sözlerinin doğru olduğunu görürüz. Gerçekten bu iki önemli davada  Mahkemeler önce Türk tarafı  lehine karar vermişler, fakat  daha sonra gerçekleşen yasal mücadelede Rumlar davaların seyrini değiştirip galip gelmeyi başarmışlardır.

Eğer Kıbrıs Türk Halkının yaptığı işler uluslar arası hukuka aykırı olsaydı herhalde bu mahkemeler ilk aşamada bizim lehimize karar vermeyeceklerdi. Ortaya çıkan tablo uluslar arası davaları haksız olduğumuz veya uluslar arası hukuka aykırı  hareket ettiğimiz için değil  yeterince mücadele etmediğimiz için kaybettiğimizi göstermektedir.
Bir  olayın uluslar arası hukuka uygun olup olmadığı nasıl anlaşılır?
Uluslararası hukuk, uluslararası anlaşmalardan oluşan bir hukuk dalıdır. Anlaşmaların bir konuyu düzenlememesi halinde ise teamüllere yani benzer olaylarda  dünyada izlenen uygulamalara bakılır.

İki konuda Kıbrıs Türk Halkının uluslar arası hukuka uygun bir konumda olmadığı öne sürülmektedir.
KKTC devletinin uluslar arası hukuka uygun olmadığı  öne sürülmektedir.
KKTC deki mülkiyet rejiminin  uluslar arası hukuka uygun olmadığı öne sürülmektedir.
AİHM ve ABAD her iki konuda da aleyhimize karar vermiş ve kararlarını bu varsayımlar üzerine yapılandırmıştır. Bu iki konuda uluslar arası hukuka uygun hareket edip etmediğimizi anlamak için önce yapılan anlaşmalara bakmamız gerekiyor. Anlaşmalar bizi bir sonuca götürmezse o zaman da teamülleri yani dünyada benzer olaylarda izlenen uygulamaları gözden geçirebiliriz.

Uluslararası antlaşmalar açısından KKTC nin yasallığı
KKTC nin yasal bir devlet olup olmadığını saptamak için  önümüzde duran metinler Zürih ve Londra Antlaşmaları ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasıdır. Bu belgeleri incelediğimiz zaman Kıbrısta geçmişte iki eşit halk olduğunu, ortak bir Cumhuriyet kurduklarını  ve Rum siyasi liderlerin bu eşitliği bozmak için Akritas planını hazırlayarak 21 Aralık 1963 de etnik temizlik saldırıları başlattığını görürüz.

Güneydeki Kıbrıs Rum devleti uluslar arası alanda tanınmış ve egemenliğini Kuzeye yayma yönünde büyük başarılar  sağlamıştır. Ancak bunlar siyasi başarılardır. Biz burada konuyu hukuk zemininde tartışmaya çalışıyoruz. O zaman görürüz ki antlaşmalar veya yazılı metinler Güneydeki Rum devletinin yasal bir devlet olduğunu göstermekten uzaktır. Çünkü Rum devleti yasal olan Kıbrıs Cumhuriyetinin Akritas planı çerçevesinde yıkılması sonucu kurulmuştur. Kıbrıs Cumhuriyeti  21 Aralık 1963 den beri ikiye bölünmüştür. Kıbrıs Rum Yönetimi işgal ettiği bölgelerde Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasından farklı bir hukuk uygulamaya başlamıştır. Bugün Güneyde bulunan ve ABye kabul edilmiş olan devlet, 21Aralık 1963 de Rum bölgelerinde kurulmuş olan devletin devamıdır  ve bu nedenle uluslar arası hukuka uygun değildir.

Rum devletini yasal, KKTC yi yasa dışı kabul eden görüş,  geçmişte Kıbrısta iki eşit halk olmadığı, Kıbrıs Türklerinin azınlık olduğu ve Rum çoğunluğun Kıbrısı işgal etmeye hakkı olduğu  görüşüne dayanmaktadır. Eğer Kıbrıs Türk Halkı Kıbrısta yaşayan iki eşit halktan biri ise (ki Zürih ve Londra antlaşmalarına ve 1960 Anayasasına göre öyledir) uluslar arası hukuk ilkelerine göre Rum halkın  yaptığı her şeyi Türk halkın da yapmaya hakkı vardır. Barış Harekatı,  21 Aralık1963 de gerçekleşmeye başlayan ve 15 temmuz 1974 tamamlanmak istenen Rum işgaline karşı alınan yasal bir önlemdir. Hukuk ilkelerine göre Kıbrısın bir bölümünü  işgal etmiş olan Rum Yönetimidir. Bu nedenle tarafsız yabancı hukukçular Barış Harekatının ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan  KKTC nin Rum Yönetiminden daha yasal olduğunu  kabul ediyorlar.

Uluslar arası teamüller açısından KKTC nin yasallığı
Yukarıda değindiğimiz yazılı metinleri bir tarafa bırakarak teamüller açısından konuyu değerlendirmeye çalışalım. Bunun için kendimize şu soruyu sormalıyız. 1960-1963 arasında Kıbrısta  olduğu gibi önce ortak bir devlet kuran ve daha sonra diğer ortağın etnik temizlik saldırıları sonucu haklarını yitirip azınlık haline düşen veya düşürülmek istenen  başka bir halk var mı? Ne kadar araştırırsak araştıralım dünyada böyle bir olayın benzerine rastlayamayız.  Dolayısıyla teamüller açısından incelediğimiz zaman da KKTC nin  uluslar hukuka aykırı olmadığı sonucuna varırız.

Bu gerçeklere karşı  AİHM ve  ABAD nasıl KKTC nin yasal bir devlet olmadığı varsayımı içinde kararlarını verebiliyorlar? Bu haksızlık belki de  Kıbrıs Türk Halkının barışsever ve özverili karakterinin yanlış anlaşılmasından gerçekleşmektedir. Tutum ve davranışlarımız dış dünyaya KKTC ye inanmadığımız,  uyguladığımız mal rejimini benimsemediğimiz ve eşit  halk  statümüzden vazgeçerek azınlık olmaya  razı olduğumuz görüntüsünü vermektedir. Rumların saldırgan ve kavgacı mücadele yöntemi  onların lehine bir etki yapmaktadır.

KKTC deki mülkiyet rejiminin uluslar arası hukuka uygun olup olmadığını anlamak için konuyu önce anlaşmalar ve sonra teamüller açısından değerlendirmemiz gerekmektedir.
Kıbrısta mülkiyet konusunda  Türk ve Rum görüşleri
Mülkiyet konusunda Türk görüşü yakın tarihe kadar  sorunun global (toplu) bir şekilde çözülmesi gerektiği idi. Bu görüşe göre toplu göç bireysel bir olay değildir. Genellikle savaşlardan sonra meydana gelen toplu göçlerde  haklı veya haksız olan kişiler değil devletlerdir. Dolayısıyla sorunların devletler düzeyinde çözülmesi gerekir. Bu görüşe karşı olan  Rum görüşü ise sorunun bireysel olarak çözülmesi ve herkesin eski malına dönme hakkını kazanması şeklinde özetlenebilir. Acaba bu görüşlerden hangisi uluslar arası hukuka uygundur.

KKTC deki mülkiyet rejiminin taraflar arasında yapılmış anlaşmalar açısından değerlendirilmesi
Kıbrısta iki halk arasında mülkiyet konusunda açık bir  anlaşma yapılmış  değildir. Buna rağmen yapılmış olan  anlaşmaların yorumu bize Türk görüşünün daha doğru olduğunu göstermektedir. Taraflar arasında  1975 nüfus mübadele anlaşması ile, 1977 ve 1979 doruk anlaşmaları yapılmıştır. Bu metinler  incelenince taşınmaz malların toplu takası hususunda iki taraf arasında zımni bir anlaşma olduğu sonucuna varmak  gerekir. Çünkü  gerek nüfus mübadelesi, gerekse iki bölgeli federasyon toplu mal takası ile tutarlı bir anlam kazanmaktadır.  BM Güvenlik Konseyinin onayladığı BM Genel Sekreterinin,  1989-1990 yılları raporlarında belirttiği  iki bölgeliliğin tanımı da bu görüşü desteklemektedir.
Buna ek olarak şu hususu da göz önünde bulundurabiliriz. 1974 den önce Rum Yönetimi de işgal ettiği bölgelerde mülkiyet sorununun toplu olarak çözülmesi gerektiği görüşünde idi. Bilindiği gibi Rum Yönetimi  o tarihlerde işgal ettiği bölgelerdeki Türk mallarına, Türk göçmenlerin dönmelerine izin vermiyordu. Bunun bir güvenlik sorunu olduğunu öne sürüyor ve  toplumlar arası anlaşmada karara bağlanmasını istiyordu. Rum Yönetimi o tarihlerde daha da ileri gitmiş ve Rumların Türklerden taşınmaz mal satın almalarını desteklerken Türklerin Rumlardan mal satın almalarını yasaklamıştı. Böylece iki halk arasında diskriminasyon yaparak insan haklarını ihlal etmişti.
İki taraf arasındaki anlaşmalardan, BM  yaptığı iki bölgeliliğin tanımından  ve diğer olaylardan  hareket ettiğimiz zaman Kıbrısta mülkiyet sorununun bireysel olarak değil toplu  olarak çözülmesi gerektiğini ve bunu öne süren Türk görüşünün uluslar arası  hukuka uygun olduğunu görürüz.

KKTC deki mülkiyet rejiminin teamüller açısından değerlendirilmesi
Bir an için yazılı anlaşmaları ve kararları unutalım ve  teamüller açısından konuyu değerlendirmeye çalışalım. O zaman da kendimize  şu soruyu sormamız gerekiyor. Dünyada, Kıbrıs ta olduğu gibi savaş ve toplu göçler yaşanmış, aradan geçen zaman içinde farklı mülkiyet düzenleri oluşmuş iki ülke arasında  mülkiyet sorununun bireysel olarak çözüldüğü bir olaya rastlamak mümkün mü?  Ne kadar araştırırsak araştıralım böyle bir örnek bulmamız mümkün olmuyor. Diğer taraftan bu durumlarda toplu mal takası yönteminin uygulandığını gösteren örnekler bulmakta zorlanmayız. Bunun  için fazla uzağa gitmemize  gerek yoktur. Kurtuluş Savaşından sonra  Türkiye ile Yunanistan arasında bu yöntem uygulanmış ve iki ülkenin halkları arasında yeni kavgalar ve acılar yaşanması önlenmiştir.

İkinci dünya savaşında birçok ülkede toplu göç yaşanmıştır. Daha sonra Balkanlarda, Kafkaslarda ve dünyanın birçok yerinde savaşlar ve toplu göçler olmuştur. Bu ülkelerin hiçbirinde mülkiyet sorunu  Kıbrısta AİHM ve ABAD ın çözmek istediği gibi  bireysel olarak ve eski mal sahiplerine geri dönme hakkı tanınarak çözülmemiştir.

Adil bir Mahkeme kararı nasıl olur?
Adil bir Mahkeme  bir ilkeyi ortaya koyduğu zaman aynı durumda olan herkesin bu  ilkeden yararlanabilmesini öngörür. İstisnalar koyarak veya bahaneler uydurup ayırımlar yaparak,  aynı durumda olan insanların bir bölümünün  farklı sonuçlar almasına izin vermez. AİHM in ve ABAD ın  Kıbrısta mülkiyet konusunda benimsediği ilkenin Kıbrıs dışında toplu göç yaşanmış diğer  ülkelerde  uygulanması söz konusu olamaz. Uygulandığı takdirde milyonlarca insan yer değiştirme hakkını elde edecek ve  dünya yeniden savaş alanına dönecektir.  Kaldı ki söz konusu ilkeler  karşılıklı göç yaşanmış Kıbrısta bile sadece Rum halkın yararlanmasını sağlayacak şekilde uygulanmak istenmiştir.
Dolayısıyla teamüller açısından bakıldığı zaman da mülk sorununun bireysel olarak değil toplu takas yoluyla  çözülmesi gerektiği ve toplu takasın uluslar arası hukuka uygun olduğu sonucuna varmak gerekir.

AİHM ve ABAD kararları Kıbrıstaki gerçeklere uygun değildir
AİHM ve ABAD ın verdiği kararlar toplumsal göçlerin yaşanmadığı bir ülkede örneğin Almanyada bir Türkün bir Rumun malını işgal etmesi durumunda verilebilecek kararlardır.
Her iki Mahkeme de Kıbrıstaki gerçekleri göz ardı ederek kararlarını vermişlerdir. Diğer bir ifade ile kararların dayandığı olgularla uygulanan hukuk birbirine uygun değildir. Bir Mahkeme kararının düşebileceği en büyük hata budur.

KKTC Meclisi, AİHM in Loizidu kararı haksız olmasına rağmen bu karara uymuş ve 67/2005 Sayılı Taşınmaz Mal Tazmin,Takas ve İade Yasasını kabul etmiştir. Başvuran Rumlara toplu göç yaşanmış hiçbir ülkelerde olmadığı  ölçüde büyük tazminatlar ödenmiştir. Maalesef  ABAD bunu da yeterli bulmamış ve bir adım daha ileri giderek Kıbrıs Türklerini doğrudan Rum halkın insafına terk eden  kararını vermiştir.

KKTC de terk edilmiş Rum mallarının kamulaştırılması uluslararası hukuka uygun mu?
Toplu mal takası ilkesi benimsendiği zaman KKTC nin terk edilen Rum mallarını kamulaştırması  bir hak ve zorunluluk haline gelmişti. Nitekim KKTC Kurucu Meclisi de bunu yapmış KKTC Anayasasının 159 uncu maddesi  ile terk edilen Rum mallarını kamulaştırmıştır.

Bilindiği gibi hukukta hiyerarşi vardır. En üstte Anayasa, daha altta yasalar, daha altta ise tüzükler ve diğer mevzuat bulunur. Eğer bir konu Anayasa düzeyinde ve referandumla çözülmüşse en üst düzeyde çözülmüş demektir ve yasallığını artık tartışmak mümkün değildir.

Kıbrısta Anayasa ile gerçekleşen kamulaştırmanın daha sonra toplumlar arası bir anlaşma ile tamamlanacağı ve  Türk göçmenlerin Güneyde kalıp  KKTC lehine feragat ettikleri  malların Rum göçmenlere verilebileceği ifade edilmişti. Bunun gibi sınır düzeltmesi yapılması  ve karşılıklı tazminat konularının görüşülmesi de kabul edilmişti. Bu hususlar dikkate alındığında ve  dünyada gerçekleşen diğer toplu göçlerde mülkiyet sorununun nasıl çözüldüğü ile  kıyaslandığında KKTC deki uygulamanın diğer ülkelerden çok daha adil ve uluslararası hukuka çok daha uygun olduğu görülür.

Güneyde  yapılan kamulaştırmalar uluslar arası hukuka uygun mu?
Güneyde  Rum devletinde yapılan kamulaştırmalar ise ayırımcı bir yaklaşımla, eşitlik ilkesine aykırı ve şaibeli olmuştur. Kamulaştırmanın en önemli unsuru olan kamulaştırma bedeli mal sahiplerine ödenmemiştir. Kamulaştırma bedeli ödenmediği zaman  kamulaştırılan malın iade edilmesi gerektiği halde bu yapılmamıştır. Loizidu ve Orams kararlarında Güneyde yapılan bu haksızlıklar göz ardı edilmiş Kıbrıs Türklerinin tüm temel haklarını ihlal eden ayırımcı kararlar verilmiştir.

Orams davasında 28 Nisan 2009 tarihinde verilen ABAD (Avrupa Birliği Adalet Divanı) kararı   Kıbrıs Rum Mahkemelerinin KKTC de meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olduğunu ve bu kararların tüm AB ülkelerinde icra edilmesi  gerektiğini hükme  bağlamıştır. ABAD, buna ek olarak  icraya ilişkin ilkelere de açıklık getirmiş ve Rum Mahkeme kararlarının üye devletlerde otomatik olarak uygulanması gerektiğini,  çok istisnai bir neden olmadıkça üye devlet Mahkemelerinin icrayı önlememesi gerektiğini  belirtmiştir. İngiltere İstinaf Mahkemesi ise  19 Ocak 2010 da tarihli  kararıyla ABAD ın görüşlerinin aynen uygulanacağını belirtmiştir. İngiltere İstinaf Mahkemesi ABAD kararına uymanın dışında bir şey yapmamıştır.

Bu tablo bize yapılan haksızlığın kaynağının ABAD olduğunu, çözümü ABAD ın kararını değiştirmekte aramamız gerektiğini göstermektedir. Maalesef soruna yanlış teşhis koymuş ve  çözümü farklı yerlerde aramaya başlamış bulunuyoruz.
Orams kararına  karşı alınabilecek doğru önlemleri saptamak bu yazı dizisinin temel amacıdır. Bu konuyu ileriki bölümlerde ele alıp inceleyeceğiz. Bu aşamada Orams kararının neden haksız olduğu konusunda net bir görüş sahibi olmaya çalışalım.

Kıbrıs Türk Yasalarının geçersiz hale gelmesi
Bilindiği gibi 1960 da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, 21 Aralık 1963 de Rum Yönetiminin etnik temizlik saldırıları sonucu ikiye bölünmüştü. O tarihten beri   Kıbrıs Türk Halkı kendi bölgelerinde kendi egemenliği altında yaşamaktadır. Ayrı egemenlik ayrı yasa yapma hak ve zorunluluğunu birlikte getirir. Bu nedenle Kıbrıs Türk Halkı da 21 Aralık 1963 den itibaren kendi yasalarını yapmış ve toplum yaşamını bu yasalara göre düzenlemiştir. Kıbrıs Türk Yönetiminin ve yasalarının uluslar arası hukuka uygun olduğunu veya en azdan Rum Yönetimi ve yasalarından daha uygun olduğunu  bu yazı dizisinin 3. Bölümünde  görmüştük. Gerçi dünyada tam ters bir anlayış oluşmuştur.  Ancak bu Rumların propaganda alanında başarılı olmalarından Türklerin ise zayıf kalmalarından ortaya çıkan bir sonuçtur. Biz burada olayları hukuk yönünden incelemeye çalıştığımız için olayın propaganda ve siyasi yönlerini bir tarafa bırakıyoruz.

21 Aralık 1963 den beri Kıbrıs Türk kesimindeki  olaylar Kıbrıs Türk hukukuna göre gerçekleşmektedir. Örneğin bir kişi evini kiraya vermişse Kıbrıs Türk yasalarına göre vermiştir. Bir taşınmaz mal anlaşmazlığı olmuşsa Kıbrıs Türk yasalarına göre çözülmüştür. Bir şirket kurulmuşsa Kıbrıs Türk yasalarına göre kurulmuştur.
ABAD ın  Türk kesiminde meydana gelen olaylarda Rum Mahkemelerinin yargılama  yetkisi olduğuna karar vermesi,  KKTC deki yasaların geçersiz olduğu ve Kuzeyde  de Rum yasalarının uygulanması gerektiği anlamına gelmektedir. Bu durumda KKTC yasalarına göre yapılmış tüm işlemler yasa dışı olacaktır. Böylece Kıbrıs Rumları, KKTC yasalarına uymaktan başka kusuru olmayan Kıbrıs Türklerini Rum yasalarına uymadıkları için  yargılayıp mahkum etme olanağına kavuşacaktır.

Tarihte benzeri görülmemiş  insan hakları ihlali
Kıbrıs Türklerinin Rum yasalarına uymak zorunda olması ve Rum  yasalarına göre yargılanması yıllarca çalışarak elde ettikleri kazanımları bir çırpıda yitirmeleri demektir.   Bir halkın uyguladığı yasaların  hem de demokratik seçimlerle iş başına gelmiş temsilcilerinin yaptığı yasaların, yıllar sonra geçersiz kabul edildiği ve başka bir Yönetimin yasaları uygulanarak haklarının elinden alındığı bir olaya dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir. AB, Avrupada yaşayan herhangi bir halka böyle bir  uygulamayı reva görmemiştir. Avrupayı bir tarafa bırakalım, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir  halka bu kadar büyük bir haksızlık yapılmamıştır?

Orams davasında AB Komisyonunun ABAD a sunduğu R. Silva de Lapuerta
raporundan beri Kıbrıs Türk Halkına bu haksızlığın yapılacağı belli idi. Buna rağmen Türk tarafından  hiçbir tepki gelmemiştir. Hatta memnuniyet ifade eden açıklamalar olmuştur.  Bu durum,  herhalde  haksızlığın boyutlarının anlaşılamamasından kaynaklanmıştı.
Kıbrısta herkesin kendi kendine sorması gereken soru  şudur. Ortada bu kadar ciddi bir insan hakları ihlali dururken bunu anlamamak, tepki göstermemek ve olayı sadece  Orams ailesi aleyhine bir icra sorunu imiş gibi görmek hatalı değil mi?

Birçok kişi ortaya çıkan tablonun fazla olumsuz olmadığını, örneğin toplumlararası müzakerelerde sorunun çözülebileceğini düşünmektedir. Ancak dikkatli bir inceleme bu olasılığın ne kadar uzak olduğunu, ABAD kararının çözümü de anlamsız hale getirdiğini bize gösteriyor. Bu konuyu yazı dizisinin 2. Bölümünde görmüş bulunuyoruz.
Rum tankları Girneye mi geliyor?
Bazı kişiler ise Kıbrıslı Rumların Türklere  fazla zarar vermek istemeyeceğini, çünkü zarar vermenin kendi çıkarlarına da  ters düşeceğini düşünmektedir. Bu düşünce de hatalıdır. Önemli olan zarar verme yolunun açılmış olmasıdır. Bu hakkı elde etmiş olan Rum Yönetimi ve Rum halkının  henüz  bu olanaktan yararlanmaya başlamadıkları doğrudur. Ancak bu durum ileride yararlanmayacaklarını göstermiyor. Biz burada olayın yasal yönünü  yani  ABAD ın Kıbrıs Rum Yönetimine ve Kıbrıs Rum Halkına tanıdığı hakların boyutunu kavramaya çalışıyoruz. Bu haktan ne zaman ve nasıl yararlanacakları farklı bir konu olup bunu ayrıca değerlendirmemiz gerekiyor.

ABAD teorik olarak KKTC yi tasfiye etmiş ve Rum devletinin egemenliğini Kuzeye yaymıştır. Bu yaklaşım Loizidu ve Aresti davalarında olduğu gibi Kıbrısta iki halk değil tek halk olduğu, Kıbrıs Türk Halkının ayrı self determinasyon hakkı olmadığı, Kıbrıs Türk Halkının azınlık olmaya razı olduğu, Barış Harekatının haksız bir işgal olduğu ve  Rum Yönetiminin Barış Harekatının rövanşını veya intikamını almaya hakkı olduğu görüşüne dayanmaktadır.
ABAD kararı  Rum tanklarını Girneye getirememiştir ama Kuzeyde Rum yasalarının uygulanmasını öngördüğüne göre Rum tanklarının Girneye gelmesinde yasal bir  sakınca olmadığını açıklamıştır. Türk tanklarının ise Girnede bulunmasının  yasalara aykırı olduğu görüşündedir.

ABAD kararına karşı şiddetli bir tepki göstermek mi, yoksa olayı kamufle etmek mi daha doğrudur?
Kıbrısta olumsuz  gelişmeleri büyütmemek hatta kamufle  etmek gerektiğini öne süren bir  görüş vardır. Buna karşı olan görüş ise şeffaflıktan yanadır ve  gerçekleri kamufle etmenin sakıncalı olduğunu öne sürmektedir. Örneğin  Orams davasının her aşamasında gerçekleri ört bas etmenin büyük bir hata olduğu, halkın gerçekleri  Rum avukattan öğrenebildiği, halk tepki gösteremediği için önlemler alınamadığı ve olumsuz sonucun bu nedenle ortaya çıktığı öne sürülmektedir.

Orams davası İngiltere İstinaf Mahkemesinde görüşülmeye başlandığı Temmuz 2007 de  Rum tarafı  kritik soruların  ABAD a sorulmasını talep etmişti. KKTC nin itiraz etmemesi üzerine havale gerçekleşti. Rum kesimi bu olayı büyük zafer "major victory" olarak kutladı. Apostolidesin avukatı  Kandunas "Türk tarafı havale talebine itiraz etmedi. Hoş bir sürprizle karşılaştık (we were pleasently surprised)" dedi. Orams davasının ilk aşamada amacı Kuzeyde başlayan ekonomik kalkınmayı durdurmaktı. Türk kesiminde  havale konusunu büyütmemek ve yatırımcıları telaşlandırmamak şeklinde  bir görüş oluştu. Halbuki yatırımcılar ve hukukçuları davayı yakından  izliyorlardı  ve havaleden sonra neler olabileceğini KKTC yöneticilerinden daha iyi tahmin etmişlerdi. Olayı kamufle etmek aslında gerçekleri kendi halkından gizleme anlamına geriyordu. Bu yapılmayıp gerçekler tüm yönleri ile ortaya çıkarılsa halkımız başına gelebilecek felaketleri anlayacak ve davayı yönetenleri önlem almaya zorlayacaktı. Maalesef bunlar yapılmadı ve herhangi bir önlem alınmadığından KKTC de başlayan kalkınma bir anda durdu . Daha sonra olumsuz gelişmeler birbirini izledi.


ABAD kararına karşı alınabilecek önlemler
Orams davası ABAD a havale edildikten sonra Türk tarafında sorunları kamufle etme çabaları devam etmiştir. Olayın önemli olmadığı, ABAD dan sadece görüş sorulduğu ve bu görüşün de olumlu olacağı söylenmeye başlandı. Dava, ABAD da devam ederken  olumsuz gelişmeler birbirini izledi. AB Komisyonu (R. Silva de Lapuerta) raporu ABADa  sunuldu. Bu rapor KKTC de meydana gelen olaylarda Rum mahkemelerinin yargı yetkisi olması gerektiğini belirtiyordu. Rum mahkemelerinin yargı yetkisi olduğu zaman, Rum yasaları uygulanacak, KKTC yasalarına göre haklarını kazanmış  Kıbrıs Türkleri haklarını yitirecek ve  ikinci sınıf bir azınlık haline gelecekti. Bu rapor AB nin mahkemeden talebi idi. Maalesef rapor KKTC Yönetimi tarafından görmezlikten gelindi ve hiçbir tepki  gösterilmedi. Arkasından mahkemeye   bu rapordan daha kötü olan Advocate General,  Kokott un raporu sunuldu. Yine hiçbir tepki gösterilmedi. Daha sonra her iki rapordan  daha kötü olan 28 Nisan 2009 tarihli ABAD idam kararı verildi. Yine hiçbir şey yapılmadı ve kararın sadece bir tavsiye görüşü olduğu ve esas kararın İngiltere İstinaf Mahkemesinde verileceği söylenmeye başlandı. Halbuki ABAD kararından sonra İngiltere İstinaf Mahkemesinin yapabileceği fazla bir şey kalmamıştı.

ABAD davasında her aşamada alınabilecek ve alınmayan önlemleri yazı dizisinin ileriki bölümlerinde  görecek ve daha sonra bugün ne yapmamız gerektiğini saptamaya çalışacağız.

ABAD (Avrupa Birliği Adalet Divanı) nın  Orams davasında verdiği kararın bir idam kararı olduğunu, Kıbrıs Türk Halkının tüm haklarını ortadan kaldırdığını ve Kıbrıs Türklerini tutsak bir azınlık haline getirdiğini söylüyoruz. Acaba bu ifadeler abartılı değil mi?  Karara karşı doğru bir mücadele yöntemi saptayabilmek  için öncelikle kararın ortaya çıkardığı tehlikeleri  doğru saptamamız gerekiyor.

ABAD, Rum Mahkemelerinin Kuzeydeki olaylarda yargı yetkisi olduğuna ve Rum mahkeme  kararlarının tüm AB ülkelerinde uygulanması gerektiğine karar vermiştir. Rumlar henüz kendilerine verilen bu silahı kullanmaya başlamamışlardır. Ancak bu durum ileride kullanmayacaklarını göstermiyor. Bu nedenle  ABAD kararının  uygulanması halinde karşımıza ne gibi tehlikeler çıkacağını saptamamız gerekmektedir.

Rum Mahkemelerinin Kuzeydeki olaylarda yargı yetkisi olmasının ne anlama geldiğini ve nasıl sonuçlar doğurabileceğini herkesin  tahmin etmesi mümkündür. Buna rağmen sorun  o kadar ciddidir ki  konu üzerinde durmamızda ve  yaklaşmakta olan tehlikeleri somutlaştırmamızda yarar vardır.

Diyebiliriz ki geçmişte de Rum Yönetimi dilediği kişileri kendi Mahkemelerinde  yargılama olanağına sahipti. ABAD kararı neyi değiştirmiştir? Geçmişte Rum Yönetimi, yargıladığı kişiler aleyhine aldığı  mahkumiyet kararlarını sadece kendi ülkesinde uygulayabiliyordu. Bu nedenle KKTC limanlarına uğradıktan sonra  Rum kesimine geçen kaptanların dışında kimseyi yargılama girişiminde bulunmuyordu.   ABAD kararından sonra Rum mahkeme  kararlarının tüm AB ülkelerinde uygulanma olanağı ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeden sonra nelerin olabileceğini tasarlayarak konuya açıklık getirmeye çalışalım.

Davaları kimler açabilecek?
ABAD kararını incelediğimiz zaman kimlerin dava açabileceği konusunda bir sınırlama olmadığını görürüz.  Buna göre Rum Başsavcılığı veya herhangi bir Rum, Rum Mahkemesine başvurup KKTC de meydana gelmiş bir olayda anlaşmazlık içinde olduğu kişiye karşı dava açabilecektir. Rumların yanı sıra KKTC de haksızlığa uğradığını düşünen herhangi bir yabancı  da  Güneye geçerek ve bir daha Kuzeye dönmemeyi göze alarak dava açabilecektir.

Eski Rum malları ile ilgili anlaşmazlıklar ne olacak?
Rum mahkemelerinin yargı yetkisi olması demek Rum tapusundaki kayıtların geçerli olması ve mülkiyet davalarına Rum hukukunun uygulanması demektir. Bu durumda Kuzeydeki mallarla ilgili Kıbrıslı Türklerin veya onlardan mal satın alan yabancıların öne sürebileceği iddialar çöpe atılacaktır. Örneğin Orams ların satın aldığı malın  eskiden vakıf malı olduğu ve Rum mal sahibine devrin geçersiz olduğu öne sürülmektedir. Böyle bir iddianın Rum mahkemesi tarafından dikkate alınmayacağı açıktır.

İngiliz devrinde  büyük miktarda  vakıf malı Ahkamül Evkafa yani Vakıf Yasalarına aykırı olarak  özel kişilere devrolmuştu. Rumlar KKTC tapularını tartışma konusu yaptığı  gibi Türklerin de vakıf mallarının özel kişilere devrini tartışma konusu yapabilmesi gerekmektedir. ABAD kararı Rum mahkemelerini yetkili kılarak Türklerin öne sürebileceği   iddiaların tartışılmasını önlemiştir.

21 Aralık 1963 den beri Kıbrıs ikiye bölünmüştür. Türk bölgelerinde ayrı egemenlik ve ayrı hukuk kuralları vardır. Ancak Türk kesiminde Tapu Daireleri yoktu. Bu nedenle  21 Aralık 1963 ile 20 Temmuz 1974 tarihleri arasında  Türk bölgelerinde  tapu işlemleri yapılmamıştır. Rum Yönetimi bu sürede  bir taraftan Rumların Türklerden mal almalarını teşvik  ederken  diğer taraftan  Türklerin Rumlardan mal almalarını yasaklamıştır. Bu durumda Rum tapu kayıtlarının sağlıksız ve hatta insan haklarına aykırı kayıtlar olduğunu düşünmek gerekmez mi? Buna rağmen ABAD kararına göre Rum tapu kayıtları tartışmasız geçerli kabul edilecektir.

Londrada yaşayan kardeşlerimizin durumu ne olacaktır?
ABAD kararına göre Kuzeyde Rum malına tasarruf eden ve İngiltere'de  yaşayıp orada mal veya parası olan kardeşlerimizin durumu oldukça zor olacaktır. KKTC de eski Rum malı satın alan ve üzerine inşaat yapan  Orams çiftinden  hiç farkları olmayacaktır. Eski Rum mal sahibi hiçbir savunma tanımadan jet gibi malı kullanan aleyhine karar alabilecek, bu karar otomatik denebilecek basit bir prosedürle İngiltere'de kaydolacak ve herhangi bir İngiltere Mahkemesi kararı gibi icra edilebilecektir.

Rum Mahkeme kararının İngiltere'de kaydının silinmesi davalının İngiltere Yüksek Mahkemesinde dava açması ile mümkün olabilir. Böyle bir davayı açmak  o kadar masraflıdır ki davalıların kazanma şansları olsa bile bu yola başvurarak sorunlarına çözüm bulmaları imkansızdır. Son İngiltere İstinaf Mahkemesi kararından sonra ise açılacak davaların kazanılamayacağı anlaşılmıştır.

İcra aşamasında davalının İngiltere'de öne sürebileceği savunmalar üzerinde durmamıza  gerek yoktur. Çünkü İngiltere'de yaşayan kardeşlerimiz bu konudaki kuralları bizden iyi biliyorlar. Özetle  İngiliz Mahkemelerinin herhangi bir hükmü icra edilirken  ne gibi savunmalar yapılıp davalının malları korunabilirse  onlar yapılabilecektir. Belki de ya İngiltere'deki ya da KKTC deki mallarını elden çıkararak kendilerini güvence altına almak zorunda kalacaklardır. KKTC yasalarına  uygun hareket etmekten başka kusuru olmayan kardeşlerimizin toplum dışına itilen tutsak bir azınlık haline gelmeleri söz konusudur.

ABAD kararının ceza davalarına etkisi olacak mı?
İlk anda ABAD kararının sadece hukuk davaları ile ilgili olduğu ceza davalarını etkilemeyeceği akla gelir. Çünkü  Orams davası bir hukuk davasıdır . Bir AB ülke mahkemesi kararının diğer AB ülkelerinde icrası ile ilgili 44/2001 sayılı Tüzük de hukuk davaları ile ilgilidir. Buna rağmen dikkatli bir inceleme ABAD kararının  ceza davalarını da kapsayacağını göstermektedir. Çünkü AB hukuk davaları ile ilgili yaptığı sözleşmenin yanı sıra, ceza davalarında da işbirliğini sağlayacak bir anlaşma yapmıştır. ABAD ın 10. Protokol ile ilgili yaptığı yorum 44/ 2001 sayılı tüzüğün yanı sıra ceza davalarına ilişkin anlaşmayı da kapsayacak bir yorumdur.

ABAD  Kıbrıs Rum devletinin AB ye katılım sözleşmesine ek 10. Protokolü yorumlamış ve Güney Kıbrıs Mahkemelerinin kuzeydeki olaylarda yargı yetkisi olduğuna karar vermiştir.Yargı yetkisi açısından hukuk ve ceza davaları arasında bir fark yoktur. Rum Mahkemelerinin hukuk davalarında yargı yetkisi varsa  ceza davalarında da  vardır. Bu nedenle ABAD kararı ceza davalarını da etkileyecektir.

İsterseniz bir örnekle durumu açıklamaya  çalışalım. Kıbrıslı bir Türk iş adamının KKTC de meydana gelen bir olayda bir Rum iş adamı ile anlaşmazlığa düştüğünü varsayalım. Rum iş adamı  için en kolay çıkış yolu Türkü suçlayıp AB ülkelerinde tutuklatmak olacaktır. Diyelim ki KKTC yasalarına göre suçsuz fakat  Rum yasalarına göre suçlu bir Kıbrıs Türkü, Rum iş adamının talebi üzerine  İngilterede tutuklandı ve yargılanmak için Güney Kıbrısa götürülmek isteniyor. Türkün ilk başvuracağı kişi bir avukat olacaktır. ATAD kararından önce bu avukat tutuklanan kişiye "hiç merak etme, AB yasaları Kuzey Kıbrısta askıya alınmış durumda, KKTC de meydana gelmiş bir olay nedeniyle seni tutuklayıp Güneye götüremezler" diyecekti.   İşte ABAD kararı  avukatın vereceği bu yanıtı değiştirmiştir. Çünkü ABAD,10.cu Protokolü yorumlamış ve " gerçi  AB yasaları KKTC de askıya alınmış durumda , ancak buna rağmen Rum Yönetimi Kuzeyde egemendir ve Rum Mahkemelerinin Kuzeydeki olaylarda yargı yetkisi vardır" demiştir. Böylece  Rum Mahkeme kararı veya Avrupai tutuklama emri ile İngiltere'de tutuklanan  Kıbrıs Türkünün  öne sürebileceği en önemli savunmayı elinden almıştır. Bu nedenle başvurduğu avukat Kıbrıs Türküne " yasalara göre haklı görünüyorsun ancak Avrupa Birliği hukuku konusunda en yetkili mahkeme olan ABAD bu konuda kararını verdi. Hiçbir mahkemenin  ABAD kararını değiştirmeye yetkisi yok.  Güneye giderek yargılanmaktan başka seçeneğin kalmadı. Boş yere zamanını ve paranı harcama diyecektir."

ABAD (Avrupa Birliği Adalet Divanı) nın  Orams davasında verdiği karar Kıbrıs Türk halkı için büyük tehlikeler içermektedir. Bunun nedeni KKTC de meydana gelen olaylarda Rum Mahkemelerinin yetkili olduğuna  ve bu olaylara KKTC yasalarının değil Rum yasalarının uygulanacağına karar vermiş olmasıdır. KKTC yasalarının koruması kalktığı anda KKTC halkının başına gelecek felaketleri incelemeye başlamış bulunuyoruz. Acaba AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) nin in 5 Mart 2010 tarihinde verdiği  karar ABAD ın ortaya çıkardığı tehlikeleri önleyecek mi?

AİHM, 5 mart 2010 tarihli kararıyla, KKTC Yasama Meclisinin yaptığı 67/ 2005 sayılı Taşınmaz Malların Tazmini, Takası ve İadesi  Yasasını  onaylamış ve bu yasa ile kurulan Mal Tazmin Komisyonu kararlarını  etkili bir iç hukuk yolu olarak kabul etmiştir. Bu durumda Kuzeyde taşınmaz malı olan Rumlar doğrudan AİHM e başvuramayıp taleplerini Mal Tazmin Komisyonuna yapmak zorunda kalacaklardır.

AİHM in bu kararı, Kıbrıs Türk Halkının idam kararı olarak nitelendirdiğimiz  28 Nisan 2009 tarihli ABAD kararından oldukça farklıdır. Gerçi AİHM  kararı da yazı dizisinin 3. bölümünde gördüğümüz  gibi uluslar arası hukuka aykırıdır. Kıbrıs'ta karşılıklı göç yaşandığı halde sadece Rumların mal sorununa çözüm getirerek iki halk arasında diskriminasyon yapmaktadır ve dolayısıyla insan haklarını  ihlal etmektedir. Ancak kuzeyde kalan malları ile ilgili hak talep eden Rumların, KKTC Mal Tazmin Komisyonuna başvurmak zorunda olduğunu belirterek Loizidu ve Aresti davalarındaki  katı Rum yanlısı tutumunu değiştirmiş ve taşınmaz mal sorununun çözümünde KKTC ye veya  Türkiyeye bir ölçüde takdir hakkı tanımıştır. Böylece karşımıza biri Avrupa Birliğine, diğeri Avrupa Konseyine bağlı iki yüksek mahkemenin iki  farklı kararı çıkmış  bulunmaktadır. Acaba bu kararlar bir birlerini nasıl etkileyecektir?

AİHM kararı ABAD kararını etkileyecek mi?
AİHM kararını, ABAD kararının Rum mahkemelerini yetkili kılan prosedürünü  engelleyip engellemeyeceği açısından incelediğimiz  zaman böyle bir engellemenin olmayacağını görürüz. Her şeyden önce ABAD kararı Kıbrıs Türk halkının tüm haklarını ilgilendiren genel bir karardır. AİHM kararı ise sadece taşınmaz mallarla ilgilidir. AİHM kararı okunduğu zaman ABAD prosedürünün açık olduğu yani Kuzeyde eskiden  mal sahibi olan Rumların kendi mahkemelerine başvurup hüküm almalarının önünün kapanmadığı anlaşılır. Bu durumda iki farklı prosedürün alternatif olarak uygulanma olasılığı bulunacaktır. Dolayısıyla Kıbrıs Rumları ya ABAD ın yolunu izleyerek  kendi mahkemelerine başvurup Kıbrıs Türklerine hiç hak tanımayan kararlarını alacaklar ve bu yola başvurmaları  halinde aldıkları kararları AB ülkelerinde uygulamak için mücadele etmek zorunda kalacaklar ya da KKTC Mal Tazmin Komisyonuna başvurup bu  yasadaki sınırlamalara bağlı olarak haklarını alabileceklerdir.

AİHM de yeni bir dava açarak ABAD prosedürünün önünü kapamak mümkün olabilir mi?
Yeni bir davada AİHM e başvurarak ABAD kararının etkisinden kurtulmanın mümkün olacağı öne sürülmektedir. Ancak böyle bir davanın sonucundan fazla ümitli olmamak gerekir. Çünkü AİHM kararı uygulamada Türk tarafına bir ölçüde takdir hakkı ve  inisiyatif tanımakla birlikte temelde  ABAD kararından farklı değildir. Daha doğrusu ABAD kararı Loizidu ve Aresti davalarındaki ilkelere dayanarak ve bir adım daha ileri gidilerek verilmiştir. Her iki mahkeme de   KKTC nin yasal bir devlet olmadığı, KKTC deki mülkiyet rejiminin yasal olmadığı, Barış Harekatının gerçekleşmemesi gereken haksız bir müdahale olduğu  hususlarında görüş birliği içindedir. Her iki Mahkeme de  Kıbrıs Türk Halkının Londra ve Zürih antlaşmalarında ve 1960 Anayasasında mevcut eşit halk statüsünü göz ardı etmektedir.

Rum Yönetimi, halkına yaptığı çağrıda AİHM  kararına uymamalarını ve Mal Tazmin Komisyonuna başvurmamalarını  talep etmiştir. Rumların bir bölümünün bu çağrıyı dinlemeyerek  Mal Tazmin Komisyonuna başvuracağını tahmin edebiliriz. Ancak bu gerçekleşse bile diğer halk kesimleri ve Rum yönetimi için   ABAD  prosedürü geçerliliğini koruyacaktır. Dolayısıyla  ABAD  prosedürünün   tehlikeleri devam etmektedir. Bu nedenle ABAD kararının  tehlikelerini anlamaya ve  anlatmaya devam etmemiz gerekiyor.

ABAD kararına göre Rum mahkemelerinde dava açmak isteyenleri engelleme olanağı  yok mu?
Bazı kişiler Rum Yönetimi ile dost ilişkiler içine girerek ABAD kararının tehlikelerinden korunabileceklerini düşünmektedirler. Acaba bu görüş doğru mu?
ABAD,  KKTCyi yasal bir devlet olarak kabul etmemiş ve Türklere kendi mahkemelerinde dava açma hakkı tanımamıştır. Buna karşılık Rum halkının dava açma hakkının bireysel bir insanlık hakkı olduğu ve kimsenin buna müdahale etmeye hak ve otoritesi bulunmadığı ifade edilmiştir. Diyelim ki Rumlara karşı kardeşlik duyguları besleyen ve uzlaşmadan yana bir Türk, Kuzeyde bir Rum malına tasarruf ediyor. Böyle bir Türk  Rumlarla dostluğundan yararlanarak dava edilmekten korunabilir mi?

ABAD kararına göre eski mal sahibi Rumun dava açmasına ne Rum Yönetiminin ne de herhangi bir kuruluşun müdahale etme yetkisi yoktur. Dolayısıyla dava açmak tamamen davacıların inisiyatifine kalmış bir olaydır. Kimin dava etmek isteyeceği belli olmadığından kimin dava edileceği de belli değildir. Bu durumda  Rum Yönetimine en yakın olan kişinin en büyük mağduriyete uğrama olasılığı vardır.

Rum mahkemelerinde yargılanan Kıbrıslı Türklerin öne sürebileceği savunmalar yok mu?
KKTC de yaşayan ve Rum kesiminde dava edilen bir kişinin aklına çeşitli savunma nedenleri gelebilir. Ancak bu konuda ümide kapılmamak gerekir. Çünkü öne sürülebilecek nedenlerin hemen tümü Orams davasında Oramsların avukatı tarafından öne sürülmüştü. Rum Mahkemesi bu savunmaları değil kabul etmek değerlendirmeye değer dahi bulmamıştı. Daha sonra Rum İstinaf Mahkemesi de  İlk Mahkemenin görüşüne katılmış ve öne sürülen savunma nedenlerinin dikkate alınabilecek nedenler olmadığına karar vermişti.
Rum İstinaf Mahkemesi Rum kesiminde Yargıtay görevi yapan  üst Mahkemedir. Verdiği kararlar tüm Rum mahkemelerini bağlamaktadır. Bu nedenle bundan böyle Rum mahkemelerinin Kıbrıs Türklerinin öne süreceği savunmaları dikkate almasına yasal olanak yoktur. Dolayısıyla Rum mahkemelerinde açılan davalarda jet hızıyla Türkler aleyhine  hüküm verilecektir.

Eşdeğer mal tutanların hakları korunacak mı?
Biz KKTC yasalarına bakarak güneyde eşdeğer  malı olanların veya Kuzeyde bir malı satın alıp  üzerine inşaat yapanların daha haklı durumda olduğunu  düşünüyoruz. Ne var ki bunlar kendi  hukuk düzenimizin oluşturduğu  düşüncelerdir.  Rum Mahkemelerinin bu iddiaları kabul etmesi söz konusu değildir. Gerçekte eşdeğer mal sahibi olmak tehlikeyi üzerine çekeceği için sakıncalı da olacaktır. Çünkü Rum davacılar  kolaylıkla Güneydeki  mallara karşı icraya başvurabileceklerinden eşdeğercileri dava etmeyi tercih edeceklerdir.
Aynı durum Kuzeyde eski Rum malı alarak üzerine inşaat yapanlar için de söz konusudur. Biz KKTC de inşaat yapanların daha haklı durumda olduklarını ve o yere sahip olmaları gerektiğini  düşünüyoruz.  Halbuki Rum Yönetimi ceza yasasında değişiklik yaparak eski Rum malına inşaat yapmayı  ağır bir  suç haline getirmiştir. Rum Yönetiminin henüz uygulamaya başlamadığı bu yasayı ileride uygulamayacağının garantisini de kimse veremez.

ABAD kararından sonra Türk iş adamları Rum iş adamları ile işbirliği yapabilecek mi?
AB görevlileri, AB nin amacının Kıbrısta Türk ve Rum iş adamlarının birlikte iş yapmasını teşvik etmek ve  böylece barışı sağlamak olduğunu ifade etmektedirler. Halbuki ABAD kararına göre  Rumlarla müşterek iş yapan Kıbrıslı Türkler, Rum iş adamlarının insafına kalmış tutsaklar haline gelecektir. Müşterek ticari bir işte her zaman  anlaşmazlık çıkma olasılığı vardır. Bir anlaşmazlığın çıkması halinde Kıbrıslı Türk kendini nasıl koruyacaktır?
Kıbrıslı Türkün  KKTC de dava açarak kendini koruma olanağı bulunmayacaktır. Rum ortak ise kendi mahkemesinde Türkü dava edebilecek ve  aldığı kararı AB ülkelerinde uygulayabilecektir. Bu durumda Kıbrıslı Türk tehdit altında,  ikinci sınıf  insan olmanın  ezikliği içinde Rumla iş yapabilecektir.

Rum Mahkemelerinin adil kararlar verebileceğini düşünenlere şunları anımsatmak yararlı olabilir. Rum aydınların milli duyguları diğer halk kesimlerinin milli duygularından daha aşırıdır.  Aydınlar milli duygularını kamufle ettikleri için bu durum ilk anda anlaşılmayabilir. Ancak eylem aşamasında gerçek ortaya çıkar. Bir örnek verelim. 1960Anayasasına göre taraflardan birinin Türk, diğerinin Rum olduğu davalar biri Türk diğeri Rum iki yargıç tarafından dinleniyordu. 1960-63 arasında bu amaçla kurulan mahkemede Rum yargıcın Türk taraf  lehine karar verdiği görülmemiştir.

5  Mart 2010  tarihli  AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi)  kararının  28 Nisan 2009 tarihli ABAD( Avrupa Birliği Adalet Divanı) kararını etkilemediğini sadece Kıbrıs Rumlarına alternatif bir olanak daha sağladığını görmüş bulunuyoruz. Bu nedenle  ABAD kararının uygulanması halinde  ortaya çıkacak tehlikeleri incelemeye devam ediyoruz.

ABAD kararından sonra KKTC üzerindeki ambargolar kalkabilir mi?
Rum mahkemelerinin Kuzeydeki olaylarda yetkili olması ve Rum mahkeme kararlarının AB ülkelerinde uygulanması halinde KKTC üzerindeki ambargoların hiçbir zaman kalkmayacağı açıktır. Örneğin hava ulaşım ambargosunu ele alalım. ABAD kararına göre Rum Yönetimi kendi mahkemesinde aldığı bir kararla Kıbrıs Türk Hava Yollarına ait  uçaklara tüm AB ülkelerinde el koyabilecektir. Bu durumda  ulaşım ambargosu nasıl kalkacaktır? Böyle bir tehdit  altında  Kıbrıs Türk Hava Yollarının faaliyetlerini sürdürmesi ve gelişmesi mümkün olabilir mi? Bu yasal ortamda diğer ambargoların  kalkması mümkün olabilir mi?

Üniversiteler ve Bankaların faaliyetleri devam edebilecek  mi?
KKTC deki tüm kuruluşlar KKTC devletinden izin alarak, KKTC yasalarına göre kurulmuşlardır. Onları Rum yasalarına göre sorguladığımız ve yargıladığımız  zaman yaptıkları her şey yasa dışı olacaktır.

Örneğin Üniversiteler Rum Yönetiminden izin almadan açılmıştır. Rum Yönetiminin KKTC deki üniversitelerden rahatsız olduğu bilinen bir gerçektir. Rum Yönetimi  arzu ettiği anda Rum Başsavcılığı kanalıyla bir dava açarak bir üniversitemizin izinsiz açıldığını öne sürebilecek ve  kapatılmasını talep edebilecektir. Mahkemenin  otomatik olarak üniversitenin kapatılmasına emir vereceği açıktır. ABAD kararına göre bu kararın tüm AB ülkelerinde uygulanması gerekecektir. Özetle geçmişte KKTC limanlarına uğrayan gemi kaptanlarına uygulanan hukuk kuralları bundan böyle Kuzeyde iş yapan herkese, tüm AB ülkelerinde  uygulanabilecektir.

Rum Yönetiminden ayrı olarak  Rum bireyler de üniversiteleri dava edebilecektir. Bir üniversitenin inşa edildiği toprağın veya bir bölümünün eskiden bir Ruma ait olduğunu düşünelim. Karşımıza çıkan tabloya göre eski mal sahibi Rum arzu ederse ABAD prosedürünü izleyerek kendi mahkemesinde dava açabilecek ve  üniversiteye hiç hak tanımayan bir  karar alıp, AB ülkelerinde uygulama yönüne gidebilecektir. Alternatif olarak arzu ederse AİHM  prosedürünü izleyerek Mal Tazmin Komisyonuna başvurup oradaki sınırlamalara bağlı olarak tazminatını alabilecektir.

ABAD kararı Türkiyenin AB ye girmesini engelleyecek değil mi?
ABAD ın  Kuzey Kıbrısı Rum devletinin bir bölgesi olarak tanımlayan yorumu  AB'nin birincil hukukudur. ABAD kararına göre KKTC toprakları   Rum devletinin toprağıdır  ve KKTC de  Rum mahkemeleri yetkili olup Rum  yasalarının  uygulanması gerekir. Tüm AB ülkeleri ise  Rum Mahkeme kararlarını  uygulamak zorundadır. Bu zorunluluk  mevcut AB devletleri için olduğu kadar  bundan sonra AB ye girecek olan ülkeler için de geçerlidir.
Bu durumda Türkiye nin AB ye giriş yolu kapanmış değil mi? Türkiyenin AB ye girerek her konuda kendisini mahkum etmeye çalışan Rum Mahkeme kararlarını uygulamak zorunda olması düşünülemez. Bunu yapmak Türkiyenin kendi kendini ve kendi hukukunu inkâr etmesi demektir. Bu nedenle ABAD kararı  Türkiyenin AB ye girmesi önünde büyük bir engeldir.  Bu engeli ortadan kaldırmak ise sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Bunun nasıl gerçekleşebileceğini  daha sonra ele alıp incelemeye çalışacağız.

Yaptığımız tüm bu değerlendirmeler 28Nisan 2009 tarihli ABAD kararının Orams ailesinin ev kararı olmanın ötesinde KKTC ekonomisini çökertecek  bir karar olduğunu  onun da   ötesinde KKTC halkını tutsak bir azınlık haline getirecek bir idam fermanı olduğunu göstermektedir. Son AİHM kararı ise  bu tehlikeyi ortadan kaldırmamıştır. Bu durumda alarma geçmek ve tüm gücümüzle çözüm aramak zorunda değil miyiz?

ABAD kararına karşı  çözüm bulabilmek için en isabetli yöntem olayın başına gitmek ve her aşamada neler yapıldığını ve neler yapılmasının daha doğru olduğunu tartışmamız gerekmektedir.

Aşağıdaki soruları sorarak yanıtlamaya çalışalım. 
1)      Orams davasının amacı KKTC de tatil evi alarak ekonomik kalkınmaya katkıda bulunan  yabancıları korkutmak ve  kalkınmayı durdurmaktı. Davanın bu amacına ulaştığı görülmektedir. Acaba neler yapılsa kalkınmanın  devam etmesi sağlanabilirdi?
2)      Orams davası Rum mahkemelerinde açıldığı zaman neler yapılmalıydı?
3)      İngiltere  İstinaf Mahkemsinde ABADa havale talebi yapıldığında  neler yapılmalıydı?
4)      Dava ABAD da dinlenmeye başlandığı zaman neler yapılmalıydı?
5)      Bu gün neler yapılabilir?

Orams davasını yönetenlere haksızlık yapmamak için ekleyelim ki  hukukta kesin doğrular yoktur. Farklı görüşler vardır ve herkesin kendi değerlendirmesine göre bir tercih yapması gerekir.

Olumsuz mahkeme kararlarından sonra tavsiyede bulunmak kolaydır. Bu kolay yoldan uzak durmalıyız. Diğer taraftan böyle bir olayda sessiz kalmak da doğru değildir. Konu o kadar hayatidir ki bir beyin fırtınası şeklinde herkesin görüşünü açıklamasında yarar vardır. Doğru olan iyi niyetli eleştirilerle toplum sorunlarının çözümüne katkıda bulunmaktır.

Neler yapılsa ekonomik kalkınmanın devamı sağlanabilirdi?
Bu soruya yanıt verebilmek için ekonomik kalkınmanın nedeni konusunda doğru bir saptama yapmamız  gerekiyor. 2003 ve 2004 yıllarında başta İngilizler olmak üzere yabancılar KKTC ye gelerek  tatil evi almaya başladılar. Tatil evlerinin yapımı  ve satımı inşaat sektörünün gelişmesine neden oldu. İnşaat sektörü   diğer sektörlerin gelişmesini tetikledi. Böylece KKTC süratle kalkınan ve hatta dünyada  kalkınma rekoru kıran bir ülke haline geldi. Bu mucizevi kalkınma Orams davasının Temmuz 2007 de ABAD a havalesine kadar sürdü.
Yabancıların neden bir anda KKTCde tatil evi almaya başladıkları tartışılmaya başlandı. Yabancılarla konuşulduğu zaman tatil evi almalarının iki nedeni olduğu görülmektedir.

a)Annan planında ve taslaklarında eski bir Rum malına inşaat yapılması halinde  Ruma makul bir tazminat ödenerek anlaşmazlığın giderileceği ve inşaat yapanın mala sahip olacağı ilkesi benimsenmişti. Yabancılar AB ülkelerindeki fiyatlarla  kıyasladıklarında bu tazminatı ödedikten sonra bile kârlı olacaklarını düşündüler.

      b)Çoğu kültürlü insanlar olan yabancılar 1963 den beri Kıbrıs Türklerine haksızlık   yapıldığını, Rum Yönetiminin  2004 referandumunda  "hayır" demekle  uluslar arası alanda büyük prestij kaybettiğini,  KKTC ye baskı ve haksızlık yapamayacak  konuma düştüğünü,  bu nedenle  KKTC nin fırsattan yararlanarak statüsünü yükselteceğini ve  tapularının daha güvenilir hale geleceğini düşündüler.

Özetlersek bir tarafta KKTC nin bağımsızlığında ısrar etmeyerek ve haklarından  taviz vererek, uluslar arası hukuka uygun hale geldiğini, saygınlık kazandığını ve kalkınma sağladığını düşünen bir Yönetim; diğer tarafta 2004 referandumundan sonra KKTC nin statüsünü yükselteceğini ve  tapularının daha güvenilir hale geleceğini ümit ederek ev alan insanlar vardı.
Bu koşullarda kalkınmayı devam ettirmek için yabancıların görüşlerini dikkate almak ve  KKTC ile tapularına duyulan güveni artırmak gerekiyordu.  Maalesef bu yönde gerekenler yapılmadı ve mucizevi kalkınma bir anda durdu.

Orams davası KKTC de tatil evi satın alarak KKTCnin ekonomik kalkınmasına  katkıda bulunan yabancıları korkutmak amacıyla açılmıştı. Bu saldırıyı önlemek için KKTC nin statüsünün yükseltilmesi ve KKTC tapularına duyulan güvenin artırılması gerekiyordu. O tarihteki KKTC Yönetimi bu yönde hareket etmemiş, aksine KKTC nin statüsünü ve  tapularını  tartışmalı hale getiren bir yaklaşım içine girmiştir. Bu nedenle  KKTC de başlayan  müthiş kalkınma birdenbire  durmuştur.

Bugün Orams davası Rum mahkemelerinde devam ederken neler yapılması gerektiğini inceleyeceğiz.

İngiliz vatandaşı olan Orams ailesi emekliliklerini geçirmek için KKTC de  tatil evi sahibi olmaya karar verdiler . 2002 yılında Laptaya gelerek bir arsa aldılar ve üzerine  villa inşa ettiler. Arsanın  1974 öncesi  sahibi olduğunu iddia eden Apostolides Ekim 2004 de Orams ların aleyhine Rum Mahkemesinde  dava açtı. Apostolides in  avukatı Kandunas  ise  KKTC ye gelerek davanın evde oturan Oramslara tebliğ edilmesini sağladı.
Devletler arasında dava açılmasına, daha tebliğine  ilişkin anlaşmalar yasalar ve kurallar vardır. Apostolides ile avukatı Kandunas ın bu kurallara uyma gibi bir düşünceleri yoktu . Çünkü KKTC diye bir devlet olduğunu kabul etmiyorlardı.

Davada evin yıkılması, Apostolides e iadesi ve tazminat talep edildi. Dava Oramslar aleyhine açılmakla birlikte gerçekte davalı olan KKTC idi. Çünkü bu davada  KKTCnin yasal bir devlet olmadığı,  yasalarının ve tapularının geçersiz olduğu iddia ediliyordu.

KKTC yasalarının ve tapularının geçerli olduğunu kanıtlamak Orams ailesine mi kalmıştı?  Böyle bir konuyu Rum mahkemelerinde tartışma yetkisini  Oramslara kim vermişti? Genelde KKTC hukukunun geçerli olup olmadığının  tartışıldığı bir davada tartışma yükünün  Oramsların omuzlarına yüklenmesi haksızlık değil miydi?  İlk anda insanın aklına bu sorular geliyordu.

Kıbrıs ta iki farklı tez olması
Kıbrısta 100 yılı aşkın zamandan beri iki farklı tez çatışmaktadır. Rum tezi Kıbrısta tek halk olduğu tezidir. Bu tezden hareket ettiğimiz zaman sadece Rum çoğunluğun self determinasyon hakkı olduğu,  Zürih ve Londra antlaşmaları ile 1960 Anayasasındaki  eşitlik ilkesinin geçersiz olduğu, Rum Yönetiminin silah zoruyla tüm adaya egemen olmaya hakkı olduğu, azınlık olan Kıbrıs Türklerinin Rum işgal  güçlerine karşı direnmemeleri gerektiği sonuçları çıkmaktadır. Rum tezinin kabul edilmesi halinde  KKTC  sahte bir devlet haline gelmektdir. Bu durumda Kıbrısın Kuzeyindeki Türk işgaline sona verilmesi ve Kıbrısın  birleşmesi gereği ortaya çıkmaktadır.

Türk tezi ise bu tezin tam tersidir. Türk tezine göre Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumların etnik temizlik saldırıları nedeniyle 21 Aralık 1963 de ikiye bölünmüştür. Kıbrıs Rum devleti etnik temizlik suçu işleyen Rum işgal yönetiminin  devamıdır. KKTC, ortak devleti yıkan Rum devletinden  daha yasaldır.

Orams davasının Türk tezine uygun olarak savunulmaması
Türk tezine göre Kıbrısta iki devlet olduğuna ve KKTC Rum devletinden daha yasal olduğuna göre  Orams davasının iki devlet arasındaki bir sorun olarak ele alınıp çözülmesi gerekiyordu. Halbuki dava Orams ailesinin şahsi bir davası olarak yürütülmüştür. KKTC Yönetimi Orams ailesinin arkasına saklanmış ve bu ailenin fazla zarar görmemesi için destek sağlamakla yetinmiştir.

Tapu verme hakkının sadece devletlerde olması
Tapu verme sadece devletlerin yapabileceği bir iştir. Devlet olmayan kuruluşlar örneğin belediyeler, şirketler v.s. tapu veremezler. KKTC tapularının geçerliliği KKTC nin bağımsız yasal bir devlet olmasına bağlıdır. KKTC bağımsız  devlet olma özelliğinde ısrar etmezse tapularına da gölge düşeceği açıktır.

Oramsların KKTC yasalarına uygun hareket etmiş olması
Orams ailesi KKTC yasalarına tamamen uygun hareket etmiş bunun dışında herhangi bir şey yapmamıştı. Bu durumda dava açıldığı zaman  KKTC Yönetiminin devreye girerek Oramslara " senin bu dava ile ilgin yok, sana tapuyu veren benim, sorumlu olan benim, dolayısıyla davayı ben savunacağım " demesi ve sorunu devletler arasında bir sorun olarak ele alıp çözmesi gerekiyordu. KKTC Yönetiminin bunu yapmaması ve  davanın  Oramsların kişisel davası imiş gibi yönetilmesine izin vermesi hataların başlangıç noktasıdır. Burada Türk tezine inanmayan ve Rum tezini benimseyen bir anlayışın izlerini görmek mümkündür. 
Devletler arasındaki sorunların çözülmesinde "karşılıklılık" ilkesinin uygulanması
Devletler arasındaki sorunlar "karşılıklılık" ilkesi uygulanarak çözülür. Bu yolla sorunların nasıl çözüleceğine Kıbrıstan bir örnek verelim. Bilindiği gibi 21Aralık 1963 den beri Kıbrıs Türk Halkının ayrı egemenliği vardır ve kendi bölgelerinde  bağımsız bir devlet olarak hareket etmektedir. Kıbrıs Türk Yönetimi de geçmişte  sorunlarını diğer bağımsız devletler gibi çözmekteydi.

1971 yılında 40 kadar mücahit eğitim için Serdarlı sancağına gidiyordu. Sivil kıyafetli mücahitlerin asker oldukları her hallerinden belli idi.  Mücahitler Rum bölgesinden geçerken Rum polisi tarafından tutuklandılar. Türk Yönetimi  derhal harekete geçti ve Türk bölgelerinden geçen Rumları tutuklatmaya  başladı. BM devreye girdi. Aynı akşam mücahitlerle Rumlar karşılıklı olarak serbest bırakıldılar. Bu yaklaşım Kıbrısta iki devlet olduğunu ve "karşılıklılık" ilkesinin uygulandığını tüm dünyaya ilan ediyordu. Tüm dünya haklarına sahip çıkan  onurlu Kıbrıs Türk Halkına saygı duymak zorunda kalıyordu. Türk Yönetiminin tepkisini gören Rum Yönetimi bir daha aynı hataya düşmedi ve sivil kıyafetli  mücahitleri tutuklatmaktan vazgeçti.

Türk Yönetimi böyle davranmayıp mücahitlere "daha dikkatli olup yakalanmamalıydınız. İyi bir avukat tutup Rum Mahkemesinde savunmanızı yapınız" deseydi ne olacaktı? Orams davasında yaşanan sorunlar orada da yaşanacaktı. Mücahitler perişan olacağı gibi  dünyaya Kıbrıs Türk Halkının bağımsız bir devlete sahip olmadığı, azınlık olmaya razı olduğu mesajı verilmiş olacaktı.

Orams davası Rum mahkemesinde tartışılırken neler yapılmalıydı?
Orams davası  Rum mahkemesinde açıldığı  zaman diğer bağımsız devletler böyle bir sorunu nasıl çözerlerse aynı şeyler yapılmalıydı.  Neler yapılabileceği konusunda akla çeşitli görüşler   gelmektedir. Akla gelen yöntemlerden herhangi biri seçilebilirdi. Önemli olan hangi yöntemin seçileceği değil,  devletler arasında geçerli olan  "karşılıklılık" ilkesinin uygulanması idi.

Örneğin Orams davasını açanlar aleyhine  KKTC yasalarını ihlal ettikleri için ceza ve hukuk davaları açılabilirdi. KKTC de açılan davalarla  Rum tarafındaki dava  aynı güne tayin edilebilirdi. Böylece dünyaya  Kıbrısta eşit iki devlet olduğu ve  "karşılıklılık" ilkesinin uygulanacağı gösterilebilirdi.

Alternatif olarak bir yasa yapılarak KKTC tapularının tartışıldığı  davalarda KKTC nin taraf yapılması gerektiği ve başka kimsenin KKTC tapularının geçerliliğini tartışmaya yetkili olmadığı belirtilebilirdi. Oramslar bu yasaya dayanarak   Rum Mahkemesine gitmekten kaçınma olanağını bulacaklardı. Gitseler  bile tek söyleyecekleri söz "biz  KKTC yasalarına göre hareket ettik. Yaşadığımız yerin yasalarına uymak zorundayız. Siz sorununuzu KKTC ile halledin" demek olacaktı. KKTC yi taraf yapamayan Rum devleti ise davayı geri çektirmek  zorunda kalacaktı.

Bunlara ek olarak KKTC  tapularına devlet garantisi verilse ekonomik kalkınma hiçbir sarsıntıya uğramadan devam edecekti. Böylece Rumların Kıbrıs Türk Halkını kendilerine hizmet veren fakir bir azınlık haline getirme hayalleri sona erecek ve  Kıbrıs, ekonomik refah düzeyi eşit iki halkın yaşadığı bir barış adası haline gelecekti.

Özetlersek Orams davasında temel sorun KKTCnin bağımsız ve eşit bir devlet gibi hareket etmemesi ve tapularına güven sağlayacak önlemleri almaması olmuştur.

Orams davası Kıbrıs Rum mahkemelerinde tartışılırken KKTC nin bağımsız ve eşit bir devlet gibi hareket etmediğini ve bu nedenle gerekli önlemleri almadığını gördük. Bu gün de dava İngiltere  mahkemelerine taşınınca yapılan hataları inceleyeceğiz.
Orams kararının İngiltere Yüksek Mahkemesinde  kaydı

Orams davası Rum mahkemesinde Nisan 2005 de karara bağlandıktan sonra İngiltereye taşınmakta gecikmedi. Kararın kaydı  Ekim 2005 de İngiltere Yüksek Mahkemesinde yapıldı. Bu kayıt 44/2001 sayılı AB Tüzüğüne göre basit bir formalitenin yerine getirilmesi ile gerçekleşti.

Kayıttan sonra Rum mahkeme kararının İngilterede  icra yolu açılmıştı. İcra açısından Rum mahkeme  kararının herhangi bir İngiltere mahkeme kararından farkı kalmamıştı. Bu nedenle   Oramsların İngilterdeki ev ve parası tehlikeye girmişti. Bu aşamadan sonra icrayı durdurabilmek için Oramsların Yüksek Mahkemede büyük masraflar ve zahmetler gerektiren bir dava açması ve yapılan kaydın silinmesini talep etmesi gerekiyordu. Sanırım bu aşamada KKTC Yönetimi davanın Oramslardan fazla KKTC ekonomisini etkileyeceğini fark etti ve hukukçularını görevlendirerek Oramslara destek olmaya başladı. Gerçekte sorun ekonomik olmanın da ötesinde tehlikeler içeriyordu. Konunun  ABAD a havale edilmesi halinde Kıbrıs Türk Halkının ölüm kalım mücadelesi haline gelme olasılığı vardı.  Ancak KKTC Yönetiminin bu tehlikeyi gördüğü söylenemez.

Davanın İngiltere Yüksek Mahkemesinde dinlenmesi
İngiltere Yüksek Mahkemesinde dinlenen Orams davası  6 Eylül 2006 da sonuçlandı .  Mahkeme kararını okuyan  hukukçular  mükemmel bir karar olduğu kanısına varırlar. Hatta kararın  adalet tarihinde iz bırakan anıt kararlardan biri olduğunu düşünmek mümkündür. Tabii kararı böyle değerlendirebilmek için Kıbrısta iki eşit halk olduğunu ve iki halkın eşit koşullarda yaşamaya hakları olduğunu  kabul etmek gerekiyor.

İngiltere Yüksek Mahkemesi kararından söz edince  diğer bir anıt karar olan Hesperides kararına  değinmeden geçemeyiz. KKTC de eskiden  Rumlara ait olan bir  oteli kullananlara karşı açılmış olan Hesperides davası 1978 yılında sonuçlanmış ve İngiltere İstinaf ( Temyiz) Mahkemesi "bir ülkede fiilen hangi kurallar uygulanıyorsa o  kurallar geçerlidir.  Bir kişi ülkesinde uygulanan yasalara  uygun hareket ettiği zaman kusurlu olmaz ve başka ülke mahkemelerinin bu konuyu yargılamaya yetkisi yoktur "  demişti. Bu ilkeler sadece  Kıbrısa değil tüm dünyaya  barış getiren ilkeler olarak saygı görmüş ve uygulanmıştır.

Orams davasında tartışılan konular
Orams davasının İngiltere aşamasında tartışılan ve karar verilmesi gereken iki konu vardı.
1)      Rum Mahkemelerinin KKTC de meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olup olmadığı. Diğer bir ifadeyle Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB( Avrupa Birliği) ne  Katılım Sözleşmesine ek 10. Protokolün 1ci maddesinin yorumu.
2)      Eğer Rum Mahkemelerinin kuzeydeki olaylarda yargı yetkisi varsa verilen kararların İngilterede icra edilebilip edilemeyeceği. Diğer bir ifade ile 44/2001 sayılı AB Tüzüğünün  35(1) maddesinin yorumu.

İngiltere Yüksek Mahkemesi 10.Protokolü nasıl yorumladı?
10. Protokol e göre  AB yasaları (acquis communautaire) Kıbrıs Cumhuriyetinin etkili denetimi altında olmayan bölgede yani KKTC de,   bir anlaşma oluncaya değin askıya alınmıştır. Bu şartı okuyan normal bir insan nasıl düşünür?

"AB yasaları Kuzey Kıbrısta uygulanmayacağına  göre Rum mahkemelerinin Kuzey Kıbrıstaki olaylarda  karar verme yetkisi olmamalı, eğer bir karar verilmişse bu kararın  44/ 2001  sayılı Tüzük kapsamında diğer AB ülkelerinde icrası söz konusu olmamalı "  diye düşünür değil mi? Özellikle KKTC Halkının ve Hükümetinin ABye girme konusunda henüz bir karar vermediği dikkate alındığında  protokolü daha farklı yorumlamak mümkün değildi. İngiltere Yüksek Mahkemesi de bunu yaptı ve "AB yasaları Kuzey Kıbrısta askıya alındığına göre Rum mahkemelerinin KKTC deki olaylarda yargı yetkisi yoktur ve dolayısıyla Orams kararı İngilterede icra edilemez" dedi.

Bu karardan sonra İngiltere Yüksek Mahkemesi ikinci konuya girme gereği duymadı. 44/ 2001 sayılı Tüzük bir AB ülkesinde verilen kararın  diğer AB ülkelerinde uygulanmasını öngörmektedir.44/2001 sayılı Tüzük  AB nin  bir tek devlet haline gelmesi  idealini  taşıyan kişilerin katkısı ile hazırlanmıştır. Bu nedenle  bir AB ülkesinde  verilen Mahkeme kararının diğer AB  ülkelerinde icrasını otomatik hale getirmiş ve icranın durdurulmasını çok zorlaştırmıştır. Tüzükte  icrayı durdurabilmek için icranın   uygulanacak ülkenin kamu politikasına (public policy) aykırı olması gerektiği belirtilmiştir. Bu deyimde politika sözcüğü geçtiği için bir çok kişi bu hususta karar verme yetkisinin Hükümetlerde olduğunu zannetmektedir. Ancak Tüzük incelendikçe durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılmaktadır.
Karşılıklı icra konusu AB nin bir iç meselesidir. Bu,  AB nin bütünleşmesi ile ilgili çok zor ve karmaşık bir konudur. Böyle bir konuya girmek ve tartışmak  ne  KKTC ye ne de Orams ailesine düşen bir iş  değildir.  AB ülkeleri arasında icranın otomatik hale gelmesi ve icrayı durdurmanın zorlaştırılması doğru bir düşünce olabilir. Ancak  Orams davasında bizim karşılaştığımız sorun bu değildir. Bizim sorunumuz KKTC nin Rum Yönetimi nin toprağı olarak AB ye kabul edilmesi ve KKTC de askıya alınmış AB yasalarının uygulanmak istenmesi sorunudur. Yani 10.protokolünün yorumu konusudur. Bir kez 10.cu protokol konusunda yenik düşmeyi kabul ettik mi icra konusunda dikiş tutturamayacağımız açıktır.
Yargıda yazılı olanın dışında pratik tecrübenin insana kazandırdığı bir algılama vardır. İngiltere Yüksek Mahkemesinin 10. cu protokol konusunu ele alıp lehimize karar vermesi  ve icra konusuna hiç girmemesi adil bir karar verme çabası içinde olduğunu gösterir. Bu kararı korumak için büyük çaba içinde olmalıydık. KKTC Yönetiminin böyle bir çabayı göstermediği anlaşılmaktadır.

İngiltere İstinaf ( Temyiz) Mahkemesinde ABAD a  yapılan havale
İngiltere Yüksek Mahkemesi kararı beklendiği gibi Rumlar  tarafından  istinaf edildi.  Davanın İngiltere İstinaf Mahkemesinde dinlenmeye başladığı gün Rum tarafı  İngiltere Yüksek Mahkemesinin 10.cu protokolle ilgili bulgusunun görüşülmek üzere ABAD  a havalesini  talep etti.  Bu olay  Orams davasının kaderinde  bir dönüm noktası olmuştur. Belki de Kıbrıs Türk Halkının kaderinde bir dönüm noktası olacaktır.

ABAD a sorulması istenen  daha başka sorular olmakla birlikte tüm soruların özü  ve temel tartışma konusu 10.Protokolün yorumu yani Rum Mahkemelerinin KKTC de meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olup olmaması idi. Rum mahkemelerinin yargı yetkisi olduğu kabul edildiği anda KKTC hukuku yok kabul edilmekte  ve KKTC halkı tutsak bir azınlık haline gelmektedir. Bu nedenle diğer soruların hiçbir anlamı kalmamaktadır.

İngiltere Yüksek ve İstinaf Mahkemelerinde davayı izleyenler ABAD da nasıl bir sonuç çıkacağını tahmin edebiliyorlardı. Bu nedenle havale müracaatının reddi için çok ciddi bir mücadele yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Mücadelenin yapılmaması büyük  hayal kırıklığına neden olmuştur.

İngiltere Yüksek Mahkemesinin 6 Eylül 2006 tarihli kararı Orams ailesinin veya KKTC ekonomisinin çok ötesinde bir anlam taşıyordu. Bu karar Kuzeydeki olaylarda Rum Mahkemelerinin yargı yetkisi olmadığını belirtmekle KKTC yasalarının geçerli olduğunu ve Kıbrıs Türk Halkının bağımsız, özgür bir halk olduğunu belirtmiş oluyordu. Bu kararın geçerli kalması ve herhangi bir şekilde değiştirilmemesi için mücadele etmek gerektiği halde bu yapılmamıştır. Daha sonra dava ABAD da tartışılırken hatalar devam etmiştir.

Davanın ABAD da dinlenmesi ve AB nin görüşü
Orams davası ABAD da dinlenirken daha ilk aşamada varılacak köyün minareleri görünmüştü. Çünkü AB Komisyonu mahkemeye sunduğu raporda ( Silva de Lapuerta raporu) İngiltere Yüksek Mahkemesi kararının bozulması ve KKTC deki olaylarla ilgili Rum mahkeme kararlarının geçerli kabul edilip tüm AB ülkelerinde uygulanması gerektiğini belirtmiştir. AB Komisyonu AB nin yürütme organıdır ve AB nin resmi görüşünü ifade etmektedir. Lapuerta raporu Kıbrıs sorunu konusunda Türk tezinin reddedilmesi, Kıbrıs Türk Halkının Zürih ve Londra Antlaşmaları ile 1960 Anayasasındaki eşit halk statüsünün ortadan kaldırılması ve bir azınlık olarak AB ye giren bir toplum olarak  kabul edilmesi anlamına geliyordu.

AB Komisyonu Kıbrısta  müzakerelerde varılacak bir anlaşmanın AB nin birincil hukuku haline gelmeyeceğinin ve bir anlam ifade etmeyeceğinin  farkındaydı. Büyük bir olasılıkla Kıbrıs Türk Halkını zengin Rumlara  hizmet veren fakir bir azınlık, örneğin Brüksel de yaşayan  Faslılar gibi bir toplum olarak algılıyordu. Dünyada herkes hakları için kavga ederken Kıbrıs Türk halkının uzlaşmacı ve tavizci tutumu  böyle bir algılamanın doğmasına  neden olmuştu.

ABAD da duruşma devam ederken yapılması gerekenler
Silva de Lapuerta raporundan sonra tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bu aşamada  acaba nasıl bir önlem alınmalıydı ? Ciddi bir önlem saptayabilmek  için başlangıçta Rum mahkemelerinde yapılan  hatayı anımsamamız gerekiyor. Dava konusu KKTC nin varlığı ve KKTC hukukunun ve  tapularının geçerli olup olmadığı konusu olmasına rağmen KKTC bir devlet gibi hareket etmemiş ve bu konuların tartışılmasını Orams ailesine bırakmıştı. Burada da aynı hataya düşmemek için KKTC yi ön plana çıkarmak gerekiyordu.

Bunun için KKTC nin  davaya katılması  müracaatı yapılmalıydı. Orams ismi davada formalite gereği yer alan önemsiz bir ayrıntı olmalıydı. Oramslar dan  KKTC yasalarına uygun hareket etmiş binlerce kişiden biri olarak  söz edilebilirdi.

ABAD kendi ilkeleri nedeniyle  KKTC nin katılma müracaatını  reddedemeyecekti. Hiç değilse KKTC ye söz hakkı vermek zorunda kalacaktı. Çünkü bir karardan etkilenecek kişi veya kuruluşa söz hakkı vermemek adaletsizliktir ve  hukuk skandalı oluşturur.  Bu güne değin ABAD,  kararından etkilenecek olan tüm kişilere  söz hakkı vermiştir.

KKTC davaya katıldığı ve ön plana çıktığı zaman  çok   ciddi ve AB yi sarsan yasal argümanları Mahkemenin önüne koyabilecekti. Örneğin Rum Yönetiminin AB ye katılımının uluslararası anlaşmalara aykırı olduğu,  Oramslarda orijinal kararı veren Rum Mahkemesinin  1960 Anayasasına göre oluşmuş  yasal bir Mahkeme olmadığı, AB nin KKTC de yaşayan halkın değil, başka bir Hükümetin kararı ile KKTC topraklarını AB ye almasının AB ilkelerine aykırı olduğu ve bunlara benzer temel  iddiaları öne sürebilecekti. Zaten Kıbrıs Türk Halkının haklı olduğu konular  da bunlardı. Sorun Orams ailesinin  ev sorunu veya icra sorunu gibi sorunlar değildi. İşin özünü dikkatten kaçırıp yan konuları  tartışmaya başladığımız anda  başarılı olamayacağımız açıktı.
Zürih ve Londra antlaşmalarında ve 1960 Anayasasında Kıbrıs Türk Halkının ayrı uluslar arası kimliği olduğu için Türkiyeden ayrı ve Türkiyeyi  zora koymadan Rum Yönetiminin AB ye girişine karşı çıkılabilir ve dava konusu yapılabilirdi. Orams davasında bu fırsat altın tepsi içinde önümüze sunulmuştu. Bu gibi temel iddiaların yapılması halinde Rum tarafı çok güç durumda  kalacaktı. Hatta KKTC nin hakkı olan yasal statüyü kazanması ve Rum tarafının  bozguna uğrayıp  kazdığı kuyuya düşmesi söz konusuydu. Maalesef Orams davasının ABAD aşamasında da KKTC ön plana çıkarılmamış ve büyük bir  fırsat yitirilmiştir .
ABAD kararının gittikçe daha  kötü bir şekil alması
Komisyon raporu Rum Mahkemelerinin KKTC deki olaylarda yetkili olduğu görüşünü benimsemekle birlikte tebliğ konusunda davalılara haksızlık olmaması  için titizlik gösterilmesi gerektiğini vurguladı. Türklerin sessizliği  Rumların Mahkeme içinde ve dışında mücadelesi  etkisini göstermeye devam etmiş olmalı ki bir süre sonra sunulan  Advocate  General  Kokott raporunda  Rumların açtıkları davaları kolay tebliğ edebilmeleri için Rumlar lehine düzeltmeler yapıldı. Daha sonra Yunanlı yargıcın başkanlık ettiği ABAD ın  28 Nisan 2009 tarihli idam kararında ise davacıların tebliğ konusunda karşılaşacağı tüm  güçlükler ortadan kaldırıldı. ABAD daha da ileri gitti ve olgusal veya  hukuksal hatası olan kararların dahi üye devletlerde  uygulanması gerektiğini belirtti. Buna göre yanlış bir kişi dava edilse bile davalının  icra aşamasında "benim bu konuyla ilgim yok veya  benim tasarrufumda olan mal dava konusu mal değil  v.s." gibi iddiaları öne sürmesi mümkün olmayacaktır.

ABAD kararı  bir görüş değildir, bir tavsiye kararı da değildir. ABAD, 10.cu protokolü yorumlama konusunda en yetkili mahkeme olup bu yorumu yapmış ve Rum Yönetimi yasalarının KKTC deki olaylarda uygulanmasına karar vermiştir. Diğer AB ülke Mahkemelerinin ABAD kararını  tartışma ve değiştirme yetkisi yoktur. Bu karar KKTC hukukunun  yok sayılması ve Kıbrıs Türk Halkının tutsak bir azınlık haline getirilmesi demektir. Bu karar ortadan kaldırılmadıkça KKTC halkının özgür bir halk haline gelmesi mümkün değildir.

Üye devlet Mahkemeleri sadece icrayı durdurma konusunda yetkili olup ABAD onların bu konudaki yetkilerini de sınırlamıştır. KKTC Yönetiminin  ABAD kararının önemli olmadığı ve İngilterede icranın durdurulmasının bizim için yeterli olacağı görüşü ile hareket etmesi hatalı olmuştur. Kararı bozulan ve küçük düşürülen  İngiltere Mahkemelerinin ABAD kararına karşı çıkmasını ve  icrayı durdurmasını  beklemek doğru değildi. Nitekim  İngiltere İstinaf Mahkemesi 19 Ocak 2010 tarihinde  ABAD kararının aynen uygulanacağını ifade etmiştir.
Bu karardan sonra yine icranın durdurulması konusu üzerinde yoğunlaşmak ve  kararı değiştirmek için çare aramak doğru değildir.  Kaldı ki bizim sorunumuz icranın durdurulması sorunu değildir. Sorunumuz Rum Mahkemelerinin KKTC de meydana gelen olaylarda yargı yetkisi olması,  Rum devletinin egemenliğinin Kuzeye yayılması, yani 10. protokolun yorumu  sorunudur. Bu konuda çözümü ise sorunu yaratan AB ve ABAD dan başka bir makam sağlayamaz.

Kıbrıs Türk Halkının kurtuluşu
Kıbrıs Türk Halkı tutsak bir azınlık haline gelmemek için mücadele etmek zorundadır.  Objektif bir gözle analiz ettiğimiz zaman sorunun temelinde  AB nin bizi bir azınlık olarak görmesinin yattığını anlarız. Bu nedenle AB,  Rum yönetimiyle anlaşmış ve  ülkemizi Rum yönetiminin  toprağı olarak AB ye dahil etmiştir. Dünyada hiçbir halka böyle bir uygulama yapılmamıştır. Bu karara tepki göstermediğimiz için daha sonra Orams davasında  bir adım daha ileri gitmiş ve Rum devletinin  egemenliğini Rum Mahkeme kararları kanalıyla Kuzeye yaymıştır.

Ne üye devlet mahkemelerinin icrayı durdurması ne de AİHM kararı bizim için bir çözüm değildir. Müzakerelerde varılacak anlaşmanın çözüm olması için ise AB nin birincil hukuku haline gelmesi gerekir. Bunun için ise birincil hukuk konusunun ön koşul olarak tartışılıp karara bağlanmasında ısrar etmek gerekir. Bu yapılmadığına göre varılacak  anlaşmanın sorunlarımızı çözeceği ümidine kapılmak da doğru değildir.

Sonuç  olarak çözümü boş yere başka alanlarda aramayıp AB nin 10.cu protokolü değiştirmesinde  ve ABAD kararının değiştirilmesinde  aramalıyız. ABAD kararını değiştirebilmek için ilk aşamada  AB nin KKTC  topraklarını   Rum devletinin bir bölgesi olarak AB ye almasına karşı çıkmalıyız. AB ye  Rum devletinden ayrı bir devlet olduğumuzu ve eğer bizi AB ye almak istiyorlarsa ayrı bir devlet olarak tanımak zorunda olduklarını ifade etmeliyiz. Her olasılıkta ABADın verdiği  28 Nisan 2009 tarihli idam kararı iptal edilinceye ve halkımızdan özür dileninceye kadar mücadeleye devam etmeliyiz.

SON