Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon (kendi geleceğini belirleme) hakkı var mı? Bir toplum veya halkla ilgili sorabileceğimiz en önemli soru o halkın self determinasyon (kendi geleceğini belirleme) hakkı olup olmadığıdır. Acaba Kıbrıs Türklerinin kendi geleceklerini belirleme hakları var mı? Bu soruya herkes kendi siyasal eğilimleri doğrultusunda yuvarlak sözlerle yanıt verebilir. Fakat doğru olan yaklaşım bu değildir. Acaba uluslar arası hukuk bu konuda ne diyor? Bir toplum veya halkın kendi geleceğini belirleme hakkı olması ne anlama geliyor? Eğer Kıbrıs Türklerinin böyle bir hakkı varsa bu hakkın gereğini yerine getirip korumayı başarabiliyorlar mı? Yoksa bu hakkı yitirmekte midirler?


Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon (kendi geleceğini belirleme) hakkı var mı?
Hangi toplumların kendi geleceklerini belirleme hakları vardır?
Bir toplum veya halkla ilgili sorabileceğimiz en önemli soru o halkın self determinasyon (kendi geleceğini belirleme) hakkı olup olmadığıdır. Acaba Kıbrıs Türklerinin kendi geleceklerini belirleme hakları var mı? Bu soruya herkes kendi siyasal eğilimleri doğrultusunda yuvarlak sözlerle  yanıt verebilir. Fakat doğru olan yaklaşım bu değildir. Acaba uluslar arası hukuk bu konuda ne diyor? Bir toplum veya halkın kendi geleceğini belirleme  hakkı olması ne anlama geliyor?  Eğer Kıbrıs Türklerinin böyle bir hakkı varsa bu hakkın gereğini yerine getirip korumayı başarabiliyorlar mı? Yoksa bu hakkı yitirmekte midirler? Gelin isterseniz kaderimizi etkileyecek  bu soruları birlikte yanıtlamaya çalışalım.

Uluslar arası hukuk ne diyor?
Uluslar arası hukuk, hukuk dalları arasında en belirsiz ve tartışmalı olandır. Buna rağmen bu hukuk dalının da bazı konularda oldukça kesin ilkeleri olduğu  söylenebilir. Uluslar arası hukukun en önemli  kaynağı uluslar arası antlaşmalardır. Antlaşma metinlerinde uluslar arası hukukun kesin ilkelerini bulmak mümkündür.
Diğer bir kaynak ise uluslararası mahkeme kararlarıdır. Ancak  mahkeme kararlarının hukuk haline gelebilmesi için süreklilik arz etmesi yani diğer mahkeme kararları tarafından izlenmesi gerekir. Maalesef birçok uluslararası mahkeme kararının bu özelliği taşıdığı söylenemez. Siyasi amaç taşıyan, çelişkili görüşler içeren uluslar arası mahkeme kararları oldukça fazladır. Bu nedenle biz daha açık ve net olan uluslar arası sözleşmeleri incelemekle işe başlayalım.

Halkların self determinasyon hakkına değinen uluslar arası sözleşmeler var mı?
Kendi kendimize sormamız gereken ilk soru bu olmalıdır ve hemen yanıt verelim. Evet,  böyle sözleşmeler vardır. Bu konuda ilk göz atmamız gereken sözleşme en önemli uluslar arası sözleşme olan Birleşmiş Milletler Ana Sözleşmesidir. BM örgütü kurulurken 1945 yılında kabul edilmiş Ana Sözleşmenin ilk maddesinde konumuzla ilgili bir cümle vardır. BM in amaçlarını belirleyen 1.ci maddeye göre BM in amaçlarından biri "halkların kendi geleceklerini belirleme ilkesine saygı duyulmasını sağlamaktır."

Konumuzla ilgili diğer önemli bir sözleşme 1941 yılında İngiltere ile ABD arasında imzalanmış olan Atlantik Charter  dir .  Daha sonra diğer  uluslar arası sözleşmeler  yapılırken Atlantik Charter den taslak olarak yararlanılmıştır. Bu özelliği nedeniyle hukuk alanında önemli olan Atlantik Charterde uluslar arası hukukun 8  ilkesi belirtilmiştir. Bu ilkelerin  3.cüsü  son derece açık ve nettir ve şöyle der:  "tüm halklar kendi geleceklerini belirleme hakkına sahiptir".
Böylece  tüm halkların kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olduklarını görmüş bulunuyoruz. Ancak karşı karşıya olduğumuz sorun burada sona ermiyor. Acaba hangi toplumlar halk tanımına girmektedir? Şimdi de bu soruya yanıt vermemiz gerekiyor. Bunun için  "halk" kavramının tanımını yapmak ve daha sonra  Kıbrıs Türklerinin bu tanıma girip girmediğini araştırmak zorundayız.

Kıbrıs Türkleri halk mı?
"Tüm halkların" kendi geleceklerini belirleme hakkı olduğunu çok net bir şekilde saptayan uluslararası hukuk, sıra hangi toplumların halk olduğu sorusuna gelince büyük bir belirsizlik göstermektedir. Diğer bir ifade ile uluslararası hukuk henüz "halk" sözcüğünün tanımını yapabilmiş değildir. Bu nedenle Kıbrıs Türklerinin "halk" olup olmadığı o kadar kolay karar verilebilecek bir konu değildir. Buna rağmen bize yardımcı olacak objektif görüşler ve ölçüler vardır ve onlara bakarak doğru bir kanıya varmamız mümkündür.

Dürüst ve adil bir değerlendirme
Siyasal içeriği olan konularda  yazılanlara baktığımız zaman genellikle yazanın siyasi görüşleri doğrultusunda kaleme alındıklarını görürüz. Hele Rum komşularımız veya  onların milli tezini benimseyenler duygusallık içinde yoğun propaganda içeren görüşler öne sürmektedirler. İsterseniz biz böyle yapmayalım. Kıbrıs Türklerinin geleneksel, hoşgörü ve adalet duygusu içinde olaya yaklaşalım. Örneğin dünyanın diğer bir köşesinden gelmiş daha önce  Kıbrıs sözcüğünü hiç işitmemiş son derece adil ve dürüst bir  insanın tarafsızlığı içinde bu konuyu değerlendirelim.

Bir toplumun halk tanımına girip girmediği nasıl anlaşılır?
Bir toplumun kendi geleceğini belirleme hakkı  olan  halk tanımına girip girmediğini anlayabilmek için başvurulabilecek en iyi  yöntemlerden biri "olmayana ergi metodu" dur. Bu yöntemde önce o ülkede yaşayan ve halk tanımına girmeyen yani azınlık olan toplumlar ele alınır ve tartışma konusu toplumun onlardan farklı olup olmadığına bakılır. Örneğin Kıbrısta halk tanımına girmeyen,  Maronitler Ermeniler ve bunlara benzeyen diğer azınlıklar yaşamaktadır. Hukuk düzeni içinde onların da hakları vardır. Kıbrıs Türklerinin statüsü ve hakları onlara benziyor mu? Bu sorunun yanıtı bize Kıbrıs Türklerinin azınlık mı yoksa halk mı olduğu konusunda bir fikir verecektir.

Kıbrıs Türklerinin geçmişteki statüsü 
İsterseniz geçmişe gidelim ve Kıbrıs Türklerinin geçmiş statüsüne  göz atalım. 1907 yılında Sömürgeler Bakanlığı Müsteşarı Winston Churchill Kıbrısa gelmişti. Daha  sonra İngilterenin Savunma Bakanlığını ve  Başbakanlığını yapmış  olan Churchill, Kıbrısta Rumların Enosis talepleri ile karşılaştı. Churchill, Kavanin  yani Yasama  Meclisini ziyaret ettiği zaman Rum milletvekilleri kendisine Enosis taleplerini ilettiler. Buna yanıt veren Türk milletvekili Hami Bey Enosis in haklı bir talep olmadığını eğer İngiliz Yönetimi adayı terk edecekse  Osmanlı İmparatorluğuna  geri vermesi gerektiğini söyledi. Churchill ise Kıbrıs Rumlarının Anavatanları ile birleşmek istemelerinin doğal ve soylu bir istek olduğunu ancak aynı hakkın Türklerde de bulunduğunu ve bu nedenle kabul edilemeyeceğini söyledi.
Churchill in sözleri Kıbrısta yaşayan Türklerin ve Rumların eşit haklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Churchill konuşmasında Kıbrısta yaşayan diğer azınlıklara değinmemiş, örneğin onların da  anavatanları ile birleşme hakları olduğunu söylememiştir. Böyle bir düşünce , Churchill in aklından dahi geçmemiştir. Bu durum Kıbrıs Türklerinin azınlık olmadığını, Kıbrısta yaşayan diğer azınlıklardan kesin  çizgilerle ayrıldığını, Kıbrısta yaşayan iki halktan biri olduğunu ve  dolayısıyla kendi geleceğini belirleme hakkına sahip  olduğunu  göstermektedir.

Kuşku yok ki Churchill in sözlerine zemin hazırlayan  Hami Beyin konuşması idi. Hami Bey Churchill e "biz iki halkın birleşmesini istiyoruz ve Kıbrısta tek egemenlik olmasını kabul ediyoruz, ileride ayrılma hakkı da istemiyoruz" deseydi herhalde Churchill in yanıtı ve adanın kaderi çok farklı olacaktı.

Tarihi süreç içinde Kıbrıs Türklerinin statüsü
1907 yılında Kavanin Meclisinde yapılan konuşmaları yasal açıdan ifade edersek Kıbrıs Rumlarının Kıbrısta tek halk olduğunu iddia ettiklerini, Türkler dahil diğer toplumları  azınlık olarak kabul ettiklerini ve  tek halkın iradesiyle Yunanistanla birleşmek istediklerini söyleyebiliriz. Buna karşılık Kıbrıs Türklerinin Enosis e karşı çıkmaları  Kıbrısta iki eşit halk olduğu görüşüne dayanmakta idi. Kıbrıstaki siyasi mücadele ve  çatışmaların temelinde  bu iki zıt görüş ve  irade yatmaktadır.
Geçmiş süreci değerlendirirken Kıbrıs Türklerinin iddialarında   haklı olduğunu yani Kıbrısta iki halk yaşadığını  öne sürerek kanıtlama yönüne gidebiliriz. Ancak gelin böyle yapmayalım ve Kıbrıs Türklerinin geleneksel hoşgörü ve adalet duygusu içinde bu konuda karşılıklı iddialar olduğunu yani konunun uzun süre  tartışmalı olarak kaldığını kabul edelim. Bu bakış açısı içinde   olayları incelemeye devam ettiğimiz zaman daha  sonra önemli bir olayın tek halk mı iki halk mı tartışmasını etkilediğini ve sona erdirdiğini görürüz. Bu olay uluslar arası antlaşma niteliğinde olan Zürih ve Londra anlaşmalarıdır.

Zürih ve Londra Antlaşmaları
11 Şubat,1959 da, Zürihte  Türkiye Yunanistan ve İngiltere arasında Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına ilişkin bir anlaşmaya varılmıştır. Kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyetinin temel ilkelerini içeren Kıbrıs Cumhuriyetinin Temel Yapısı ( Basic Structure of the Republic of Cyprus)  Türkiye ve Yunanistan tarafından imzalanmıştır. 27 maddeden oluşan bu antlaşmada Kıbrıs Cumhuriyetinin temel yapısı ve Anayasasında yer alacak ilkeler belirlenmiştir. Bu ilkelere göz atıldığı zaman iki eşit ortağın birlikte yönetecekleri bir devletin kurulması konusunda anlaşmaya varıldığı  anlaşılmaktadır.
Zürih antlaşması bir  uluslararası antlaşma niteliğindedir ve ilgili üç devletin Kıbrıs Türk Halkının eşit halk statüsünü kabul ettiğini  ifade etmektedir. Buna göre Kıbrısta iki eşit egemen halk bulunmaktadır ve onların temsilcilerinin imzasıyla yeni bir devlet kurulacaktır.

Londra Antlaşması daha önemli mi?
Zürih antlaşmasından bir hafta sonra 19 Şubat, 1959 da  Londra antlaşması imzalanmıştır. Londra antlaşmasını  üç garantör  devletin yanı sıra Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının temsilcileri olan  Dr. Küçük ve Makarios da imzalamıştır. Londra antlaşmasında Kıbrısta yaşayan azınlıkların imzasına gerek duyulmuş değildir. Böylece halklar la azınlıklar arasındaki fark  kesin çizgilerle ortaya çıkmıştır. Antlaşmayı imzalayan Türk ve Rum halklarının temsilcileri arasında statü farkı olmayıp eşit statüde antlaşmayı imzalamışlardır.  İki egemen halk ortak iradeleri ile Kıbrısın geleceğine şekil vermişlerdir. Londra antlaşmasının Zürih antlaşmasından daha da önemli olduğu yorumunu yapmak mümkündür. Çünkü Zürih antlaşması  Türkiye İngiltere ve Yunanistan arasında  bir uluslar arası antlaşma idi. Halbuki Londra antlaşması  uluslararası antlaşma olmanın  yanı sıra  eşit statüde iki halkın  yaptıkları bir sözleşme niteliği de  taşımaktadır.

Londra  antlaşması Kıbrıs Türk Halkını uluslar arası hukukun bir süjesi haline getirmiştir. Bu statü  uluslar arası Mahkemelerin yanı sıra bir çok alanda Kıbrıs Türk Halkına söz hakkı tanımaktadır. 1963 de Kıbrıs Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra niçin bu gerekçe ile hak talep etmediğimizi veya haklarımızı kullanmak için mücadele etmediğimizi  ayrıca araştırmamız  gerekmektedir.

Kıbrıs Türk Halkının eşit halk statüsünün kesinlik kazanması
Zürih ve Londra antlaşmalarını hukuk ilkeleri açısından değerlendirmeye çalışalım. Sıradan herhangi bir anlaşmazlıkta uzun müzakerelerden sonra iki tarafın anlaşarak yazılı  bir sözleşme yaptıklarını düşünelim.  Sözleşmenin imzalanmasından sonra artık eski iddialar tarihe karışır ve tarafların haklarını sözleşmenin metnine bakarak değerlendirmek gerekir. Hukuk ilkeleri açısından Londra Antlaşmasının herhangi bir sözleşmeden farkı yoktur. Bu nedenle  antlaşma imzalandıktan sonra geriye dönmek ve iki halkın statüleri  konusunu yeniden  tartışmaya açmak mümkün değildir. Dolayısıyla  Londra Antlaşması ile  Kıbrısta tek halk mı yoksa iki halk mı var tartışmasının ve buna bağlı olarak Kıbrıs Türk Halkının kendi geleceğini belirleme hakkı olup olmadığının bir daha tekrarlanamayacak şekilde sonuçlandığını söyleyebiliriz.

Londra Antlaşması siyasal açıdan da  Kıbrıs tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. Çünkü Rumların Enosis talepleri Kıbrısta tek halk olduğu görüşüne dayanmakta idi. Bu konu tartışmalı olduğu sürece Rumların Enosis talep etmeleri  önünde duran  yasal bir engel yoktu. Antlaşmadan sonra Kıbrısta yaşayan iki eşit halk olduğu ve Rumların kendi geleceklerini belirleme hakları olduğu kadar Kıbrıs Türklerinin de aynı hakları olduğu kesinlik kazandığı için Rumların  Enosis talep etmeleri yasal ilkelere aykırı hale geldi. Yasal ilkelere göre   "Enosis" istedikleri anda "Taksim" istemiş oluyorlardı.

Rumlar hukuk ilkelerine saygılı mı?
Kuşku yok ki Kıbrıs Rumlarının hukuk ilkelerine uyma  gibi bir kaygıları  yoktu. Bu nedenle 1963 de Anayasanın ve dolayısıyla antlaşmaların uygulanamaz olduğunu öne sürdüler ve değiştirilerek Kıbrıs Türklerine hak tanıyan hükümlerin iptalini talep ettiler. Böylece uluslar arası hukukta antlaşmaların önemine ve geçerliliğine  gölge düşüren ve deyim yerinde ise hukukun temeline dinamit koyan bir gelişmenin öncülüğünü yaptılar.

Kıbrıs Cumhuriyetinin Kuruluşu
Londra Antlaşmasının imzalanmasından sonra 13 Aralık 1959 da iki halkta ayrı ayrı seçimler yapıldı ve iki halkın temsilcileri olan Cumhurbaşkanı Makarios  ile  Cumhurbaşkan Muavini Dr.Küçük  seçildiler. 16 Ağustos 1960 da Kıbrıs Cumhuriyeti iki halkın ortak iradesi ile kuruldu. 1960 Anayasası, Zürih ve Londra Antlaşmalarında belirtilen ilkeleri tekrarlamakta ve  iki halkın karşılıklı haklarını belirlemektedir. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası iki halk arasında yapılmış  bir  sözleşme niteliğindedir ve   Zürih Antlaşması ile Londra Antlaşmasında kabul edilen ilkeleri tekraralamaktadır. Anayasa  iki  egemen ve eşit halkın devleti birlikte kurduklarını ve ortaklaşa yöneteceklerini açıklayan hükümler içermektedir.

Ayrı  Seçimin Önemi
Seçim bir halkın iradesini ortaya koyması demektir. İki halklı bir devlette ayrı seçimler yapılması iki halkın iradelerini ayrı ayrı belirlediklerini  gösterir. Ayrı seçim ile ayrı referandum  arasında yasal açıdan bir fark yoktur. Bu nedenlerle  yasal perspektiften baktığımız zaman devletin kuruluşunda  iki eşit halkın ayrı seçimlerle  self determinasyon haklarını  kullandıklarını ve  ortaklaşa 1960  Kıbrıs Cumhuriyetini  kurduklarını söyleyebiliriz.

Self determinasyon hakkının kullanılmasının önemi
Hukukta bir hakka teorik olarak sahip olmak her zaman yeterli olmayabilir. Çünkü kullanılmayan bir hakkın geri alınma olasılığı vardır. Bu açıdan konuyu değerlendirdiğimizde Londra Antlaşması ile kendi geleceğini belirleme hakkına kesinlik  kazandıran  Kıbrıs Türk Halkının bu noktada durmadığını  ve ayrı seçimlerle bu hakkı fiilen kullandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Kıbrıs Türk Halkı hukuk ilkeleri açısından self determinasyon hakkını kazanmakla kalmamış bu hakkı fiilen kullanarak  geri alınamayacak bir aşamaya getirmiştir. Bu aşamadan sonra self determinasyon  hakkını  yitirmesi ancak  gönüllü olarak bu haktan vazgeçmesiyle veya aldatılarak bu hakkın bulunmadığı bir düzene girmesiyle mümkün olabilir.

Devlet Yönetiminde eşit hak sahibi olmanın önemi
Eşitlik ilkesi sadece Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşunda uygulanmış bir ilke değildi. Devletin yönetilmesinde de aynı ilke benimsenmiştir.
Bilindiği gibi bir devlette 3 organ bulunur. Yasama ,  Yürütme  ve Yargı. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında bu üç organın oluşumunu ve çalışma şeklini incelediğimiz zaman  eşitlik ilkesinin temel ilke olarak benimsendiğini görürüz. Şöyle ki Yargının başına dünyaca ünlü tarafsız bir hukukçu, Prof. E. Forsthoff  getirilmiş onun iki yardımcısından biri Türk diğeri Rum olmuştur. Yürütme Organının başına iki halkın ayrı ayrı seçtiği Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkan Muavini getirilmiş ve her birine diğerinin kararlarını veto hakkı tanınmıştır. Yasama organının ayrı seçimlerle oluşması kabul edilmiş ve yapılan yasaların uygulanabilmesi için iki halkın milletvekillerinin ayrı çoğunlukta karar vermeleri gerektiği kabul edilmiştir. Buna  göre Kıbrıs Türk Halkı temsilcilerinin katkısı olmadan devleti yönetmek mümkün değildi . Diğer bir ifade ile  devlet yönetimi iki halkın temsilcilerinin anlaşarak birlikte yerine getirecekleri bir fonksiyon olarak düzenlenmiştir.  Devlet yönetiminde eşitlik ilkesinin benimsenmesi iki eşit halkın self determinasyon haklarını kullanarak ortak bir devlet kurdukları görüşünü teyit etmektedir.

Ayrı seçimlerden vazgeçmek sakıncalı mı?
Kıbrıs Cumhuriyeti, iki halkın iradesi ile kurulmuş olmasına ve eşitlik ilkesini benimsemesine rağmen Rum milli tezini savunan  hukukçular Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon hakkı olduğunu inkar etmeye devam ediyorlar. Fakat  yapılan tartışmalarda ayrı seçimler konusu öne çıkarıldığı zaman söyleyecek söz bulamıyorlar. Çünkü ayrı seçimler onların iddialarını çürüten kesin bir delildir . Kıbrıs Türk Halkının ayrı self determinasyon hakkı olduğunu ve bu hakkı kullandığını tartışma kabul etmeyecek  şekilde kanıtlamaktadır. Bu nedenlerle bugün karma seçimden söz edilmesi basit bir ayrıntı değildir. Ayrı seçimler konusu pratik amaçlarla ele alınacak bir konu değildir. Aksine temel haklarımızı ve statümüzü etkileyecek ve en önemli hakkımız olan self determinasyon hakkımızı yitirmemize neden olacak  bir konudur. Ayrı seçim ortadan kalktığı takdirde  tarafsız hukukçular ile adil Mahkemeler bile self determinasyon hakkımız olduğunu kabul etmeyeceklerdir.

Kıbrıs Türk Halkının  self determinasyon hakkı olduğunu, ve bu hakkı  fiilen kullandığını gördük.  Buna rağmen bu önemli hakkı yitirme süreci yaşamaktayız. Niçin böyle bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu sorgulamaya çalışacağız. Doğru bir görüş sahibi olabilmek için tarafsız yabancı bir hukukçunun nasıl bir değerlendirme yaptığını anlamaya çalışmamız yerinde olacaktır.

Uluslar arası hukukçuları şaşırtan olay 
1959/1960 yıllarında  self determinasyon hakkını kazanarak  fiilen kullanmış ve iki halkın eşitliği ilkesini  Anayasaya koydurabilmiş Kıbrıs Türk Halkı acaba bu hakkın   önemini  yeterince  kavradı  mı? Maalesef bu konuda olumlu bir söz söylemek olası değil.  Çünkü Kıbrıs Türkleri arasında böyle bir  hakkın kazanıldığı bilincini taşımayan  veya önemini kavramayan ifadelere sık sık rastlamak mümkündür.
Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluş prosedürü    Kıbrıs Türk Halkının kendi geleceğini belirleme hakkı  olduğunu  ve bu hakkı kullandığını açıkça ortaya koymaktadır. Buna rağmen  bazı Kıbrıslı  Türk  aydınlar  ve siyasiler henüz bu hak kazanılmamış gibi konuşmalar yapıyorlar ve bu hakkı ileride kazanma arzusunda olduklarını söylüyorlar. Diğer bir  kısmı ise bu hakkın önemli olmadığı düşüncesi içinde hareket ediyor. Dünyanın başka yerlerinde yüz binlerce kişinin elde etmek için hayatını feda ettiği bu kadar önemli bir hakkı elde etmiş olan bir halkın buna  önem vermemesi bir çok yabancı hukukçuyu şaşırtmaktadır.

1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin  self determinasyon hakkı açısından değerlendirilmesi
Kıbrıs Cumhuriyetinin iki halkın ayrı ayrı self determinasyon haklarını kullanarak kurdukları ortak bir devlet olduğunu gördük. Self determinasyon hakkı ayrı devlet kurma veya başka bir devletle birleşme hakkını da içermektedir. Buna rağmen Kıbrısta Türk ve Rum halkları ayrılma seçeneğini  kullanamamışlardır. Bunun nedeni imkansızlıktır. Rumlar bu hakkı kullanarak  Enosisi gerçekleştiremediler. Çünkü Türklerin de self determinasyon hakları vardı  ve Enosise karşıydılar. Diğer taraftan Türkler bu haklarını kullanıp Taksim i gerçekleştiremediler. Çünkü adanın her tarafında dağınık olarak yaşıyorlardı. Bu nedenle Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası  iki halkın  self determinasyon haklarını kısıtlı olarak kullanmalarına izin vermiş ve Enosisle Taksimi karşılıklı olarak yasaklamıştır

21Aralık 1963 olaylarının self determinasyon hakkı açısından değerlendirilmesi
1963 yılında Cumhurbaşkanı Makarios Anayasada 13 maddelik bir değişiklik talebinde bulundu. Neydi bu değişiklikler?  Devletin ortaklık yapısını sona erdirecek ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık haline getirecek değişikliklerdi.  Rum Yöneticileri en fazla rahatsız eden Kıbrıs Türklerinin eşitlik statüsü olmalı ki Makarios değişiklik talebini doğrudan Türkiyeye yaptı. Yapılan talep Kıbrısta iki eşit halk statüsünü ortadan kaldıracak ve egemenliği sayısal çoğunluğu olan Rum Halkına verecekti. Doğal olarak bu talep Türkiye tarafından  reddolundu.
Rumların Kıbrısta eşit halk statüsünü ortadan kaldırma gayretleri bize bu statünün ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Eşit halk statüsü ortadan kalktığı anda self determinasyon hakkı da ortadan kalkacak ve Kıbrıs Türkleri Rum Halkın bir azınlığı haline gelecektir. Bu durumda Rum halkı iradesini diğer azınlıkların yanı sıra Türklere de  empoze edebilecektir. Bir anlaşmazlık halinde ise  Rum Yönetiminin  Türklere  karşı  şiddet uygulaması uluslar arası hukuka uygun  hale gelecektir.

21 Aralık 1963 saldırıları ve Akritas planı
Rum Yönetimi her ne pahasına olursa olsun Kıbrıs Türk Halkının eşit halk statüsünü ortadan kaldırmaya kararlıydı, bu nedenle 21 Aralık 1963 etnik temizlik saldırılarını başlattı. Bu saldırıların amacı Akritas planında açıkça görülmektedir. Dünyada gerçekleşen birçok savaşta savaşın gerekçesini ve hangi tarafın kusurlu olduğunu anlamak kolay değildir. Bu açıdan Kıbrıs çatışmaları bir istisnadır. Çünkü elimizde savaşın nasıl başladığını ve ne amaçla yapıldığını kanıtlayan yazılı bir belge yani Akritas planı vardır.
  Rum Yönetimi tüm kararlılığına ve çabalarına rağmen 21 Aralık 1963 de başlattığı saldırılarda ulaşmak istediği  hedefe  ulaşamadı. Kıbrıs Türkleri Anavatanlarından aldıkları destekle  saldırılara karşı direndiler ve kendi bölgelerinde kendi egemenlikleri altında yaşamayı başardılar.

Devletin oluşumunda egemenliğin önemi
Egemenlik bir devletin vazgeçilmez özelliğidir. Bir görüşe  göre devlet demek egemenlik demektir. Bir yazarın ifade ettiği gibi "egemenlik bir devletin özü;  tanınması, dış ilişkileri,  ismi v.s.  ise süsüdür."
21 Aralık 1963 de Kıbrısın tümünü işgal edemeyen Rumlar egemen oldukları bölgede kendi devletlerini kurdular ancak bu devleti  Kıbrıs Cumhuriyeti ismi ile anmaya devam ettiler. Halbuki bu devlet Kıbrıs Cumhuriyetinin devamı olamazdı. Çünkü 21 Aralık 1963 den sonra Rum kesiminde farklı bir egemenlik oluşmuştu. Rum Yönetimi propaganda amacı ile kurdukları devlete  yanıltıcı bir isim vermeyi tercih ettiler ve etmeye devam ediyorlar. Biz ise Lefkoşanın kuzeyinde ve yaşadığımız diğer enklavlarda   egemenliğimizi oluşturduk. Bu  ayrı bir devlet kurduğumuz anlamına geliyordu. Böylece Kıbrıs Cumhuriyeti ikiye bölünmüş ve iki devlet kurulmuş oldu.

Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının yeniden uygulanması mümkün mü?
Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının yeniden uygulanması eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü 21 Aralık 1963 de devlet ikiye bölünmüş, ve iki ayrı devlet oluşmuştur.  Buna paralel olarak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası da ölmüş ve tarihe gömülmüştür. Buna rağmen 1960 Anayasası Kıbrıs Türk Halkının haklarını belirleme açısından önemlidir. Anayasa Zürih ve Londra antlaşmaları ile birlikte Kıbrıs Türk Halkının eşit egemen bir halk olduğunu kanıtlamaktadır. Eşit hak sahibi iki halktan biri silahlı saldırılarla ortaklık devleti yıkmış ve devleti ikiye bölmüştür. Hukuk ilkelerine göre bu bölünmede kusursuz olan tarafın kurduğu devlet diğer devletten  daha yasaldır.

Barış  Harekatı ve self determinasyon hakkı
20 Temmuz 1974 de gerçekleşen Mutlu Barış Harekatı Kıbrıs Türk Halkına karşı işlenen etnik temizlik suçlarını durdurmuş ve Rumlar arasındaki iç savaşa son vermiştir. Kıbrısta kan akmayan bir sürecin başlamasına neden olmuştur. Buna rağmen Rumlar Barış Harekatını kanlı bir işgal olarak tanımlamakta ve Barış Harekatının sağladığı ortamı değiştirerek eskiye dönmek için çaba harcamaktadırlar. Yaptıkları propaganda tüm dünya aydınlarının kafasını karıştırmaktadır. Rum iddialarını tarafsız bir hukukçu gözüyle incelediğimiz zaman son derece  tutarsız iddialar olduklarını görürüz. Çünkü bu iddialar gerçek olmayan  propaganda sloganlarına dayanmaktadır. Türk tarafından ciddi yanıtlar gelmediği için meydanı boş bularak dünyayı etkileyebilmektedirler.

Barış Harekâtı işgal olarak nitelenebilir mi?
Barış Harekatı işgal olarak nitelenemez çünkü Barış Harekatının haklılığını kanıtlayan diğer nedenleri bir tarafa bıraksak bile 1974 de Kıbrısın büyük bölümü Rum işgali altında idi ve Yunan cuntası Kıbrısın  tümünü işgal etmek için girişimde bulunmuştu. Basit bir analiz bile  Barış Harekatının  işgal olduğunu öne sürenlerin gerçekte  Rum işgalini onayladıklarını ve devam etmesini istediklerini göstermektedir. Bu görüş  Kıbrısta iki eşit halk olmadığı, Kıbrıs Türklerini azınlık olduğu ve Rum çoğunluğun Kıbrısı işgal etmeye hakkı olduğu  görüşüne dayanmaktadır. Yukarıda gördüğümüz  gibi eğer Kıbrıs Türk Halkı eşit bir halksa (ki Zürih ve Londra antlaşmalarına ve 1960 Anayasasına göre öyledir) Rum tarafının yaptığı her şeyi Türk tarafının da yapmaya hakkı vardır. Barış Harekatı  21 Aralık1963 de gerçekleşmeye başlayan ve 15 temmuz 1974 tamamlanmak istenen Rum işgaline karşı yasal bir önlem almadır. Yasa dışı işgali önleyen bir eylemin işgal olarak tanımlanması mümkün değildir. Bu nedenle tarafsız yabancı hukukçular Barış Harekatını eleştirmiyorlar.  KKTC nin Rum Yönetiminden daha yasal olduğunu  kabul etmek zorunda kalıyorlar. Sorun Rum görüşünü benimseyenlerin bu gerçeği kabul etmemesi ve Kıbrısı tekrar birleştirerek Kıbrıs Türk halkını azınlık haline getirmek için mücadele etmeleridir.

Geçmişe dönebilmek için Rum devletinin tasfiyesi gerekir
Rum Yönetimi KKTC yi ortadan kaldırmak için bitmez tükenmez bir gayret içindedir. Türk ordusunun geri gitmesini ve geçmişte var olan Kıbrıs Cumhuriyetinin devam etmesini  istemektedir. Rum taleplerini işiten tarafsız  hukukçular  doğal olarak  şöyle diyorlar " Rum iddialarını anlamakta zorlanıyoruz. Kıbrıs Türk Halkı eşit bir halksa (ki Zürih ve Londra antlaşmalarına ve 1960 Anayasasına göre öyledir) 1960 deki düzene dönebilmek için Kuzeydeki egemenliğin tasfiyesinden önce Güneydeki egemenliğin tasfiye edilmesi gerekir.  Halbuki Rum Yönetimi kendi egemenliğinden vazgeçmeyi ima dahi etmiyor." Gerçekte aradan geçen zaman nedeniyle ne  Rum Yönetimi ne de  KKTC nin  tasfiyesi mümkün değildir. Mümkün olan iki devletin varlıklarını ve eşitliklerini koruma koşuluyla anlaşabilmeleridir. Bunun dışındaki herhangi bir formül Rum Yönetiminin Kuzeyi işgal etmesi ve tüm adaya egemen olması sonucunu doğuracak ve Kıbrısı içinde bulunduğu barıştan uzaklaştıracaktır.

Bugün ikisi de eski Marksistler olan Sn. Talat ile Sn. Hristofyas'ın   niçin Lenin in halklara ayrı devlet  kurma hakkı tanıyan görüşünden  uzaklaştıklarını ve 1974 den beri barış içinde fakat  ayrı yaşayan iki halkı birleştirmeye çalıştıklarını sorgulayacağız.
KKTC nin kuruluşu ve self determinasyon hakkı

Barış Harekatı, 21 Aralık 1963 de başlayan ve adanın % 97 sinde gerçekleşen Rum işgalini Kuzey Kıbrısta sona erdirmiş ve  Kuzey Kıbrısı Kıbrıs Türklerinin yaşayabileceği özgür bir bölge haline getirmiştir. 1975 de gerçekleşen nüfus mübadele anlaşması ile  iki halk ayrı bölgelerde barış içinde yaşamaya başlamıştır. Böylece self determinasyon hakkının ayrılma hakkını da kapsayacak şekilde kullanılma olanağı doğmuştur. Bu durumda uluslar arası hukuk ilklerine göre ayrı referandumlarla iki halka nasıl bir gelecek istediklerinin sorulması gerekmekteydi. Bu yöne gidilecek  yerde Rumlar hileli bir isimle eski devletin devamı olduklarını öne sürdüler, biz ise çok alttan alarak ileride kurulacak  federal devletin Türk kanadını oluşturma yönüne gittik.

İkili görüşmelerin sonuç vermeyeceğini anlayan KKTC Yasama Meclisi 15 Kasım1983 de KKTC ni  kurdu.    1985  referandumunda ise KKTC Anayasasını onaylandı. Böylece Kıbrıs Türk Halkı kendi geleceğini bir kez daha  belirlemiş oluyordu. Bu durumda Kıbrıs sorununun çözümü için eksik kalan tamamlanmalı ve  iki devletin biri birini tanıması için  yollar aranmalıydı. Ancak bu yapılacak yerde iki bölgeyi birleştirmenin ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık haline getirmenin yolları aranmaya başlandı.

KKTC nin tanınması ve yaşatılması 1974 de Kıbrısa gelen barışın sürekli hale gelmesi demektir. Buna rağmen dünyamızın güçlü devletleri KKTC nin tanınmasına karşı çıkıyorlar. Bunun iki nedeni olabilir. Biri bu devletlerin kendi çıkarları, diğeri aşırı  Rum milliyetçiliğinin başarılı  tanıtım ve propaganda savaşı ile tüm dünyayı etkilemesi. Üçüncü bir neden ararsak, Kıbrıs Türk aydınlarının kurdukları bağımsız devletin önemini kavrayamamasını ve bu devleti yaşatmak için yeterince mücadele etmemesini söyleyebiliriz.

Self determinasyon hakkı ayrı devlet kurma hakkını kapsar mı?
Self determinasyon hakkı bir halkın kendi yönetimini ve geleceğini belirleme hakkıdır. Ayrı devlet  veya bağımsız devlet kurma ise bir halkın geleceğidir. Bu nedenle self determinasyon hakkının  doğal olarak  ayrı devlet kurma  hakkını da kapsaması gerekir. Ancak uygulamada bunun  her zaman kolay olmadığını görüyoruz. Geçmişte imkansızlık nedeniyle  Kıbrıs'ta iki eşit halk ayrı devletler  kuramamışlardı. Tek halk değil iki halk olması Enosisi, Türklerin dağınık yaşaması ise Taksimi engellemişti. Ne var ki bugün artık Taksimin önündeki engel ortadan kalkmıştır. Daha doğrusu Rum yönetiminin haksız eylemleri nedeniyle  Taksim gerçekleşmiş bulunmaktadır. Devlet ikiye bölünmüş ve 1985 referandumunda Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon hakkını kullanması ile KKTC bağımsız bir devlet haline gelmiştir. Rum kesiminde hileli bir isim kullanılsa bile orada da Kıbrıs  Cumhuriyetinden farklı bir devlet vardır. Çünkü Güneydeki Rum devletinin egemenliği eski Kıbrıs Cumhuriyetinin egemenliğinden farklıdır. O  zaman Kıbrıs Türk ve Rum halklarına devletlerini yaşatmak isteyip istemedikleri niçin sorulmuyor? Niçin iki  devletin barış içinde yan yana yaşaması korkulacak bir olay ve bir felaketmiş gibi anlatılıyor?
Uluslar arası hukuk ilkeleri açısından Kıbrısta iki ayrı devlet oluşması ve KKTC nin tanınması önünde herhangi bir engel bulunmadığını  gördük. Acaba teorik açıdan KKTC nin tanınması önünde engeller var mı?

Lenin in görüşü ve ayrı devlet kurma hakkı
Self determinasyon konusu Marksist düşünür ve yöneticileri yakından ilgilendiren bir kavram olmuştur. Lenin eserlerinde bu konuya değinmiş ve açıklamalar yapmıştır. 1914 de  self determinasyon hakkının ayrı devlet kurma hakkını  kapsadığını açık  şekilde ifade etmiştir. Bu nedenle kurulan sosyalist  devletin ismine "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği" denmiştir.
Halkların ayrı  devlet kurma hakkı olması Marksist ideolojinin özünde mevcut olan bir görüştür. Bu durumda  akla şu  soru geliyor. İkisi de eski Marksistler olan Sn. Talat ile Sn. Hristofyas  niçin Lenin in görüşünden  uzaklaştılar? Niçin oluşturmak istedikleri yeni devlete ayrılma hakkı  olan "Kıbrıs Cumhuriyetler Birliği" ismini vermeyi düşünmüyorlar? Niçin barış içinde ayrı yaşayan iki halkı birleştirmek ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık haline getirecek koşullarda anlaşmaya varmak istiyorlar?

ABD nin benimsediği Wilson ilkeleri ve ayrı devlet kurma hakkı
Amerikan Cumhurbaşkanı Woodraw Wilson  1918 yılında Amerikan kongresinde yaptığı açıklamada uluslar arası hukuka ilişkin 14 ilkeye değinmiştir. Bu ilkelerden 6 tanesi self determinasyon hakkı ile ilgilidir. O tarihlerde  Osmanlı İmparatorluğu dağılmak üzere idi. Wilson bu konu üzerinde durarak Osmanlı İmparatorluğunda Türk halkın yaşadığı bölgelerde Türk devleti olması, diğer halkların yaşadığı bölgelerde ise o halkların kendi devletlerini oluşturmaları gerektiğini söylemiştir.

Wilson ilkeleri akla şu soruyu getiriyor. Kıbrıs Cumhuriyeti Rum Yönetiminin saldırgan tutumu nedeniyle 1963 de ikiye bölündü. O tarihten beri iki halk ayrı bölgelerde yaşamaktadır.  1974 den sonra ayrılık tamamen kesinleşmiştir. Bu durumda Wilson ilkelerine göre Türk halkın yaşadığı  bölgenin yani KKTC nin  ayrı bir devlet olması gerekmez mi? Bugün  ABD Hükümetinin  izlediği  Kıbrısta ayrı yaşayan iki halkı birleştirme ve dolayısıyla Kıbrıs Türk halkını Rum halkın azınlığı haline getirme politikası Wilson ilkelerine ters değil mi?
Avrupa Birliği ilkeleri ve ayrı devlet kurma hakkı
Marksist ideolojinin ve ABD nin benimsediği uluslar arası hukuk ilkelerinin hiç değilse teoride ayrı devlet kurma hakkını desteklediğini gördük. Acaba AB ilkeleri bu konuda ne diyor? Basit bir gözlem bize AB nin  de  Kıbrıs'ta iki ayrı devlet formülünü  desteklemesi gerektiğini  göstermektedir.

AB ilkelerine göre her  halk kendi  devletini  kurmakta ve bu devletler  daha üst düzeyde  AB çatısı altında birleşmektedir. Üst düzeyde  birleşme  altta yetki ve egemenlik kavgası yapılmasını engellemektedir. Bu ilke sayesinde  her 20 yılda bir savaş yaşanan Avrupada yeni savaşların çıkması önlenmiştir.

Kıbrıs gibi geçmişte savaşlar yaşanmış ve ayrılığın gerçekleştiği 1974 den sonra barış içinde yaşanan bir ülkede iki halkı birleştirmek istemenin, iki halk arasında egemenlik  ve yetki kavgası başlatmanın AB ilkelerine uygun olması mümkün mü?  En önemli özelliği halkları altta  ayırıp üstte eşit koşullarda birleştirmek olan ve bu sayede barış sağlayan AB nin sıra Kıbrısa geldiği zaman tam ters bir yol izlemesi doğru olabilir mi? Doğru olan KKTC nin tanınması ve ayrı bir devlet olarak AB ye girmesi değil mi?

Ayrı devlet ilanının önündeki engeller
Yukarıda anlatılanlar  Kıbrısta iki ayrı devlet oluşturmanın ne kadar haklı ve doğru olduğunu göstermektedir. Buna rağmen uygulamada ayrı devlet ilanı kolay olmuyor. Ayrı devlet kurmak ve tanıtmak isteyenlerin önüne büyük engeller çıkıyor. Arzu ederseniz bu engelleri de incelemeye çalışalım.
Kuşku yok ki Kıbrıstaki en büyük engel Kıbrıs Rumlarının Türk Halkını eşit bir ortak olarak görmemeleri, hatta  muhatap  dahi kabul etmek istememeleridir. Rum milliyetçiliğinin tüm adaya egemen olmak için, bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele içinde olmasıdır. 1974 de  savaşla hedeflerine ulaşamayacaklarını anlayan Rumlar o tarihten beri  siyasal veya yasal her  yolu denemektedirler. Rumların tüm Kıbrısa egemen olmak için yürüttükleri  mücadele o kadar kapsamlı  ve süreklidir ki bu mücadeleyi "soğuk savaş" diye isimlendirmek uygun olacaktır.

Rum soğuk savaşına karşı Türk tarafından gelen   karşı mücadeleye  baktığımız zaman ne kadar yetersiz olduğunu görürüz. Türk aydınların öne sürdüğü görüşlerin bir kısmı bilerek veya bilmeyerek Rum görüşlerini desteklemektedir. Diğerleri ise devasa Rum soğuk savaşı karşısında zayıf kalmaktadır.  

Lenin ile  Wilson un  yanı sıra başka düşünürler  de  tüm halkların bağımsız ayrı devlet kurma hakları olduğu görüşünü savunmaktadırlar. Buna rağmen uygulamada ayrı devlet kurmak pek kolay olmuyor. Birçok devlet yeni kurulan bir devleti tanımayı siyasal açıdan sakıncalı buluyor. Bunun nedenleri üzerinde durmamız gerekir.
Ayrı  devlet ilanı niçin sorunlar yaratıyor?

Dünyada hiçbir halk homojen değildir. Her devlette farklı etnik topluluklar vardır ve bu toplulukların bazıları bağımsız devlet kurmayı arzu etmektedir. Bu nedenle devletlerin pek çoğu  bir bölgelerinin ayrılarak  ayrı bir devlet haline geleceği kaygısı içindedir. Yeni kurulan bir devleti tanıdıkları anda  bu olayın  bir gün emsal olarak karşılarına çıkmasından ve kendi ülkelerinin de  bölünmesinden endişe etmektedirler.
Rum propaganda ordusunun  devletlerin bu kaygısını  istismar edeceği ve  KKTC yi tanımak isteyen devletlere  korkulu rüyalar yaşatacağı belli idi.  Bu nedenle  KKTC  ilan edilirken özen göstermek ve tanıyacak devletleri rahatsız etmeyecek bir tanıtım yapmak gerekiyordu.

Dünyada  yeni devletler oluşmaya devam edecek mi?
Dünya sürekli değişim içindedir. Yeni devletler kurulması, devletlerin birleşmesi ve son bulması doğa kuralları gereğidir. Bu nedenle kimse bu gelişmeleri engelleyemeyecektir. Ne var ki bugün dünyada mevcut genel eğilim yeni devlet kurulmasını oldukça zorlaştırmıştır. Bu nedenle bağımsız devlet kurmayı başaran halklar büyük  güçlüklere göğüs germek zorunda kalmaktadırlar. Örneğin Kosovanın bağımsızlığına kavuşabilmesi için binlerce kişi yaşamını yitirmiştir.

Kosova örneği kararlı bir mücadelenin önünde hiçbir gücün  duramayacağını göstermektedir. BM Güvenlik Konseyinin Kosovanın  tanınmaması yönünde yaptığı çağrılar bile geçerli olmamıştır. Bu durumda kendi kendimize sormamız gerekiyor. Acaba  KKTC nin tanınmasının bu tür büyük engellerle karşılaşması  zorunlu mu ? Yoksa hatalı bir tanıtım nedeniyle gereksiz zorluklarla mı karşılaşıldı?

KKTC nin ilanında hata yapıldı mı?
KKTC nin oluşumunu incelediğimiz zaman dünyadaki diğer herhangi bir olaya benzemediğini görürüz. Dünyada rahatsızlık yaratan, azınlık olan bir toplumun  içinde bulunduğu devletten  koparak ayrı devlet kurmasıdır. Diğer bir ifade ile tek taraflı bağımsızlık ilan etmek veya ayrılıkçı olmaktır. Halbuki KKTC   ayrılıkçı bir devlet değildir. Yukarıda gördüğümüz gibi ortak bir devletin1963 de başlayıp  1974 de tamamlanan ikiye bölünmesi sonucu ortaya çıkan devletlerden biridir. Bölünme Rum devletinin kusuruyla meydana geldiği için hukuk ilkelerine göre KKTC Rum devletinden daha yasaldır.

Dünyada KKTC halkı gibi geçmişte  uluslar arası bir antlaşmaya taraf olmuş, self determinasyon hakkını kabul ettirmiş, etnik temizlik saldırıları sonucu ayrı bir bölgede yaşamak zorunda kalmış ve yıllarca kendi egemenliğini koruyup demokratik devletini kurmayı başarmış başka  halk var mı? Olmadığına göre niçin KKTCnin tanınması dünya devletlerini rahatsız eden bir emsal oluştursun? Kıbrısta bir ortaklık devleti olduğuna ve bu devlet ikiye bölündüğüne göre niçin KKTC nin tanınması ayrılıkçı bir eylem olarak nitelensin?  Eğer KKTC nin tanınması dünyada ayrılıkçı bir eylem olarak  algılanıyorsa bu ya  KKTC yöneticilerinin tanıtım hatasından ya da Rum propagandasının etkisinden  kaynaklanıyor olamaz mı?

1983  yılında KKTC ilan edilirken nasıl bir tanıtım yapılmalıydı?
1983 yılında KKTC ilan edilirken dünya devletlerinin kaygıları dikkate alınarak daha bilinçli bir tanıtım yapılabilirdi. Egemenlik devletin özü olduğuna ve Kıbrıs Türk Halkı 21 Aralık 1963 den beri kendi egemenliği altında yaşadığına göre,  KKTC nin 21 Aralık 1963 de  kurulduğu,  15 Kasım 1983 de gerçekleşenin ise  kurulmuş olan  devlete yeni bir isim vermekten ve tanınmasını talep etmekten ibaret olduğu açıklanabilirdi.  O zaman dünya devletleri kendilerini ileride zora sokacak bir emsal ile karşı karşıya olmadıklarını  anlayacaklardı. Kendi devletlerinin başına benzer bir olayın gelme olasılığı bulunmadığını göreceklerdi.

Değişik bir tanıtım Rumların KKTC için "1974 de gerçekleşen askeri işgal sonucu kurulan devlet" propagandası yapmasına da fırsat vermemiş olacaktı. Aksine "1963 de Rumların  etnik temizlik saldırıları sonucu bölünen devletin yasal kanadı" tanıtımı yapılabilecekti ve bu tanıtım birçok KKTC düşmanının ağzını kapatacaktı.. O zaman Azerbaycan gibi dost devletler hiç çekinmeden KKTC yi tanıyabilecekti. Anavatanımız Türkiye de KKTC yi tanıtmanın hiç de zor olmadığını ve sorunsuz gerçekleşebileceğini  görerek bu yönde adım atmaktan çekinmeyecekti.

Maalesef  dünya devletlerinin kaygıları dikkate alınmayarak ve ayrılıkçı bir devlet görüntüsü verilerek KKTC  ilan edildi. Kimse bu görüntüden sonra ayrıntıya girmek ve KKTC nin haklı gerekçelerle kurulduğunu dinlemek istemedi. Bu nedenle dünyada  haklı gerekçesi olmadan kurulan devletler zoru başararak devletlerinin tanınmasını sağlarken hiçbir sorunu olmaması gereken KKTC sırada beklemektedir.

Hatalı bir tanıtım KKTC nin önüne aşılması zor engeller çıkarmıştır. Geçmişte buna benzer daha başka  yasal sorunlarla da karşılaştığımızı söyleyebilirim. Basit bir hata, bir dikkatsizlik  nedeniyle karşımıza aşılması güç büyük engeller çıkmaktadır. Bugün gündemde olan  garantiler konusu da hata yapılma olasılığı bulunan konulardan biri olabilir.

Türkiye'nin tüm ada üzerindeki garanti hakkı  ortadan kalkabilir mi?
Rum iddialarına göre  Türkiye'nin tüm ada üzerindeki garanti hakkının devam edebilmesi için Rum Devletini  tanıması veya yeni oluşturulacak federal devlette Rum Devletinin, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak devam etmesine razı olması gerekir. Kurulacak federal devlette Rum Devletinin  Kıbrıs Cumhuriyeti olarak devam etmesi, Kıbrısta tek halk olduğu yani Rum görüşünün kabul edilmesi demektir. Bu görüşün kabul dilmesi halinde diğer Rum görüşlerinin birbirini izlemesi,  Kıbrıs Türklerinin eşit halk statüsünü  yitirmesi ve azınlık haline gelmesi kaçınılmazdır.

Yukarıda  yaptığımız  açıklamalarda  21 Aralık 1963 de Kıbrıs Cumhuriyetinin son bulduğunu, devletin ikiye bölündüğünü, Türk devleti ve Rum devleti olmak üzere iki yeni devlet oluştuğunu, devleti yıkan Rum tarafı olduğuna göre KKTC nin Rum devletinden daha yasal olduğunu ve böyle bir tanıtım yapılmadığı için KKTC nin tanınmasının zorlaştığını gördük. Buna  karşı  Rumlar diyorlar ki "Kıbrıs Cumhuriyetinin ortadan kalktığı düşüncesi ile Türkiye'nin tüm Kıbrıs üzerinde garanti hakkının devam ettiği düşüncesi bağdaşmaz. Çünkü ortadan kalkan bir devletin varlığını garanti etmek mümkün değildir".   İlk bakışta ciddi gibi görünse bile bu  görüş tutarlı değildir. Çünkü Garanti Antlaşmasının  metni  incelendiği zaman Türkiyenin Kıbrıs üzerindeki garanti hakkının Kıbrısta bulunan devlet veya devletlerle sınırlı olmadığı görülür.

Garanti antlaşmasının  2. maddesine göre Türkiyenin Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü  ve güvenliğini garanti ettiği doğrudur. Ancak bunlara ek olarak "ve ayrıca" başka bir şeyi daha garanti etmektedir. Metinde yer alan "ve ayrıca" sözcükleri yasal açıdan önemlidir. Türkiye, 1960 da kurulan dengeyi ve 1960 Anayasasının temel ilkelerini de garanti etmektedir. Bu denge  ve ilkeler ise Kıbrısta iki eşit halk olduğunu ifade etmektedir. O halde Kıbrısta Türk ve Rum halkları mevcut oldukça Türkiyenin tüm ada üzerindeki garanti hakkı devam edecektir. Taraf olan üç devlet,  yani  Türkiye, İngiltere ve Yunanistan  anlaşarak son vermedikleri süre Garanti Antlaşması geçerliliğini koruyacaktır. Bu nedenle Garanti Antlaşmasını yürürlükte tutmak için Kıbrıs Türklerinin haklarından taviz vermeye gerek yoktur.

Kıbrıs konusunda  iki zıt görüş
Türk görüşü Kıbrısta  iki  halk bulunduğu ve  iki halkın ayrı self determinasyon hakları olduğu görüşüne  dayanmaktadır. Bu görüş bizi Kıbrısta iki ayrı devletin var olması gerektiği,  KKTC nin Rum Yönetiminden daha yasal olduğu  ve  KKTC nin AB ye  ayrı bir devlet olarak girmesi gerektiği sonucuna götürmektedir. Buna zıt olan Rum görüşü ise Kıbrısta  tek halk olduğu ve tek halkın self determinasyon hakkı olduğu görüşüne dayanmaktadır. Rum görüşü  ise bizi Kıbrısta tek devlet  olması gerektiği, KKTC nin yasal bir devlet olmadığı, mevcut iki devletin birleşmesi ve Kıbrıs Türk halkının azınlık haline gelmesi sonucuna götürmektedir.
Rum görüşü 1878 den ve hatta daha öncesinden beri hiç değişmemiştir. Rum siyasilerin ve aydınların öne sürdüğü iddialar sürekli olarak "tek halk, tek devlet" görüşünü desteklemektedir. Türk kesiminde ise çok farklı ve çelişkili sesler çıkıyor. Türk siyasilerin  ve aydınların söylediği sözlerin bir kısmı Rum görüşüne paraleldir yani Kıbrısta "tek halk" olduğu görüşünü doğrulamaktadır. İlginç olan  bu görüşün sahiplerinin bir taraftan "tek halk" görüşünü desteklerken diğer taraftan  "iki halk" görüşünün sağladığı nimetlerden  yaralanmaya devam etmek  istemeleridir. Siyasal bir ortamda Rum görüşünden hareket ederek Türk görüşünün sağlayacağı sonuçların beklentisi içinde olmak mümkündür. Fakat hukuk bu çelişkiyi kabul etmeyecektir. Bu nedenle Rum görüşünü izleyenlerin bu görüşün doğal sonucuna  katlanma olasılığı büyüktür.

Kıbrıs'ta  Rum Yönetiminin kusuruyla iki devlet oluştuğunu ve iki halkın ayrı self determinasyon hakları olduğunu  gördük. Bu durumda referandumlarla iki halka  devletlerini yaşatmak isteyip istemediklerinin sorulması gerekiyordu. Bunun yapılması ve iki halkın  ayrı devletler olarak derogasyonlarını kabul ettirip AB ye girmesi halinde Kıbrısa sürekli barış gelecekti. Fakat bunlar yapılmadı. İki halkı karmaşık koşullarda birleştirme çalışmaları sürmektedir.
KKTC'nin kuruluşu ve self determinasyon hakkı

Kıbrıs Türk Halkının hakları açısından KKTC nin kuruluşu önemli bir dönüm noktasıdır. Zürih ve Londra antlaşmaları ile self determinasyon hakkını kazanan, 1959 da ayrı seçimlerle bu hakkı kullanan, 1975 federe devlet referandumu ile bir kez daha kullanan Kıbrıs Türk Halkı, 1985 referandumu ile üçüncü kez kullanmış ve kendi geleceğini belirlemiştir. Böylece Kıbrıs sorunu yasal açıdan çözülmüştür.  Bu noktadan sonra  artık KKTC nin tanınması, Kuzey ve Güney arasında bir anlaşmaya varılması söz konusu olabilirdi. Halbuki  Kıbrıs'taki gelişmeler çok farklı  yöne gitmiştir.

1983- 2004 dönemi ve  self determinasyon hakkı
1983 ile 2004 yılları arasında  KKTC  nin  kökleşip güçlendiğini ve bağımsız diğer devletlerden hiç farkı kalmadığını görüyoruz. Ancak KKTC gücünü artırırken Rum soğuk savaşı da etkisini artırdı ve bilinç dünyasına egemen oldu. Yabancı diplomatlar  "ne yapsak da bu iki halkı birleştirsek, ayrı kalmaları kabul edilemez" diye çare aramaya başladılar. "İki halk, iki ayrı devlet" formülünü benimsemenin çözüm ve barış karşıtı olmakla aynı anlamına geldiğini söylüyor ve Türk tarafı ile Türkiyeye baskı yaparak  Kıbrıs sorununu çözmek istiyorlardı. Kıbrıslı Türkler arasında Rum görüşü olan "tek halk" görüşünü benimseyenleri onore edip  yere göğe sığdıramıyorlardı.

Annan Planı  ve self determinasyon hakkı
2004 yılında Annan Planı ayrı referandumlarla iki halkın onayına sunuldu. Planın self determinasyon hakkı açısından  biri olumlu, diğeri olumsuz iki özelliği vardır. Olumlu özelliği iki ayrı referandum yapılması ve Kıbrısta iki halk olduğunun bir kez daha  teyit edilmesidir. Olumsuz yönü ise milli Rum idealleri doğrultusunda iki halkı birleştirme amacını taşıyan bir plan olmasıdır.

Bu tür bir olayda  iki halk arasında sınıf farkı oluşmasını önlemek için ekonomik tedbirler alınması gerekiyordu. Fakat Annan Planı bunu yapmayarak Kıbrıs Türklerini Rumlara hizmet veren fakir bir ekonomik konumda tutmak istemiştir. Kıbrısta barış en önemli konu olduğu ve bunun için bireyler arasındaki anlaşmazlıkları önceden çözüp potansiyel kavgaları ortadan kaldırmak gerektiği halde bunu da yapmayarak hemen herkesi Mahkemelere düşürüp  kavga ettirecek bir düzenleme getirmiştir.

Annan Planı referandumu  esnasında Kıbrısa yabancı gözlemcilerle bilim  adamları akın etti. Onlarla konuşup tartıştığım zaman planın uygulanması halinde sınırsız anlaşmazlık çıkıp barışın tehlikeye gireceğini, Kıbrıs Türklerinin  zengin Rumlara hizmet veren fakir  bir azınlık haline geleceğini öğrendim. Bunun haksızlık olduğunu  söylediğim  zaman uzmanların yanıtı şöyle oldu: "Biz ne yapabiliriz. Kıbrıs Türkleri buna razı ise bizim yapılabileceğimiz bir şey yok."

Annan Planı Rum görüşü doğrultusunda hazırlanmış olmasına rağmen Rumlar tarafından reddedildi. Çünkü  Rum Yönetimi  Planın  çatışmalara ve hatta savaşlara neden olabileceğini görüyordu. Büyük olasılıkla o koşullarda kavgayı göze alamayarak Rum halkına hayır demesi çağrısı yaptı.

Annan raporu ve self determinasyon hakkı
Annan planı referandumundan sonra Annan ın hazırlayıp Güvenlik Konseyine  sunduğu raporun iki önemli özelliği vardır. Rapor bir taraftan Kıbrıs Türklerine yapılan ekonomik izolasyonun  haksızlığını vurguladı ve  izolasyonların kaldırılması gereğine değindi. Diğer taraftan Kıbrıs Türklerinin referandumda evet demesinin  ayrı devlet talebinde ısrar etmeyecekleri anlamına geldiğini belirtti. Güvenlik Konseyinin onaylamadığı bu rapor bir çok kişi tarafından olumlu karşılanmıştır. Acaba self determinasyon hakkı açısından raporun olumlu olduğunu kabul etmek mümkün mü?

Rumlar planı reddettiklerine göre  KKTC nin tanınması yolunun  açılması ve Kıbrıstaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Halbuki rapor  bunun tam tersini yapmış ve bu yolu kapatmaya çalışmıştır. Rapor karşısında Kıbrıs Türklerinin "Ayrı devlet kurmaktan vazgeçmiş değiliz. Yaptığınız yorum hatalıdır" diye açıklama yapması gerekiyordu değil mi?. Maalesef bu yapılmadı ve sessiz kalınarak dünyaya Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon hakkından vazgeçtiği ve azınlık olmaya razı olduğu mesajı verildi.

İzolasyonların kaldırılması ve self determinasyon hakkı
Annan raporunda yer alan  Kıbrıs Türklerinin üzerindeki izolasyonların kaldırılması çağrısını kimse dikkate almadı. Buna paralel olarak evet oyu verilmesi için AB ile ABD nin verdiği sözler de yerine getirilmedi. Kuşku yok ki bu devletler samimi ve kararlı olsalar sözlerinde duracaklardı. Ancak hukuk açısından ortada bir sorun olduğunu da  kabul etmemiz gerekir. Kıbrıs Türklerinin verdiği tavizler bir taraftan sempati ve destek kazanmalarını sağlarken diğer taraftan zemin kaybetmelerine neden oluyor ve onları haklarını elde edemeyecek bir statüye koyuyordu.

Uluslar arası hukukun devletlere  tanıdığı haklar bellidir. Tanınmamış devletlerin  de  ne gibi haklara sahip olabileceğini belirleyebiliriz. Örneğin geçmişte Çine  şimdi Tayvana verilen hakların bize de verilmesini  isteyebiliriz. Ancak sorun bizim Çin veya Tayvan gibi hareket etmemiş olmamızdır. Çünkü bu devletler hiçbir zaman tanınmak istemediklerini açıklamış, azınlık olmaya razı olmuş veya başka bir devletle birleşmeye çalışmış değildir.  Bizim yaptığımız açıklamaları inceleyen uluslar arası hukukçular bizim tanınmamış devletlerden de farklı olduğumuz,  çünkü devletimizden vazgeçtiğimiz ve azınlık olmaya razı olduğumuz  yorumunu yapmaktadırlar. O zaman dünyada  diğer azınlıklara ne gibi haklar veriliyorsa bize de o haklar verilecek değil mi?

Kıbrıs Türkleri self determinasyon hakkından vazgeçtiklerini ve  azınlık olmaya razı olduklarını ifade ettikleri  anda yabancı diplomatlardan büyük alkış almakta ve kendilerine diğer ödüllerin yanı sıra izolasyonların kalkacağı vaadi verilmektedir. Birçok kişi bunun büyük bir başarı olduğuna inanmaktadır. Buna rağmen  beklentiler yerine gelmiyor. Çünkü daha sonra o ülkelerin  hukukçuları devreye girerek "Kıbrıs Türkleri self determinasyon hakkından vazgeçtiğine  göre azınlık olmaya razıdırlar. Onlara azınlıklara tanınan hakları verebiliriz. Daha fazlasını değil" diyorlar.

2004  sonrası gerçekleşen müzakereler ve self determinasyon hakkı
Annan planından sonra gerçekleşen müzakereleri hukuk açısından incelediğimiz zaman yukarıdaki tabloya benzer bir durumla karşılaşırız. Uzlaşmaz görünmemek için eşit devlet hakkımızdan vazgeçtiğimizi ifade edip,  tüm dünyadan büyük alkış alıyoruz. Ancak bunu yaparken statümüzü yitirdiğimiz için bu alkışların bize bir yararı olmuyor.
Uyguladığımız bu hatalı yöntem bizi Annan Planından da daha  gerilere götürmüş ve en önemli hakkımız olan self determinasyon hakkımızdan eser kalmamıştır.
Müzakerelerde anlaşmaya varılan hususları birlikte gözden geçirerek self determinasyon hakkımızı yitirip yitirmediğimize bakalım.

a)      Müzakerelerde "tek halk, tek egemenlik, tek devlet" konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu yazı dizisini ilk bölümlerinde gördüğümüz gibi Kıbrıs Türk Halkının self determinasyon hakkı Kıbrısta  iki halk olmasına bağlıdır. Bu durumda üzerinde anlaşılan ilke Kıbrıs Türklerinin  self determinasyon hakkı olmadığı anlamına gelmez mi?
b)      Müzakerelerde karma seçim yapılması önerilmiştir. Yukarıda görüldüğü gibi  self determinasyon hakkımız olduğunu 1960 Anayasasında bulunan ayrı seçim ilkesi sayesinde kanıtlıyorduk. Karma seçim önerisi self determinasyon hakkından vazgeçtiğimizi göstermez mi?
c)      Müzakerelerde ayrılma hakkı olmaması konusunda anlaşmaya varılmıştır. Halbuki self determinasyon hakkının en önemli özelliklerinden biri ayrılma hakkının bulunmasıdır. İki ayrı bölgede yaşaması öngörülen iki halkın bir anlaşmazlık halinde ayrılamaması için hiçbir neden yoktur. Çekoslavakyada olduğu gibi bu hakkın Anayasanın önde gelen maddeleri arasında yer alması ve ihtiyaç duyulması halinde kullanılabilmesi gerekir. Ayrılma hakkından vazgeçilmesi halinde self determinasyon hakkının varlığından söz etmek mümkün olabilir mi?
d)      AB devletlerin katıldığı bir birliktir. Rum Yönetimi 2004 yılında AB ye girerken KKTC topraklarını da kendi toprağı olarak AB ye katmıştır.  Toprakları başka bir devletin kararı ile AB ye giren ve buna itiraz etmeyen  bir halkın self determinasyon hakkı olabilir mi? Böyle bir halkın  azınlıktan başka statü kazanması mümkün olabilir mi?
Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Ancak buna gerek yoktur. Çünkü yukarıda belirtilenlerden sonra dünyada hiçbir hukukçu self determinasyon hakkımız olduğunu kabul etmeyecektir.

Self determinasyon hakkını yitirince Kıbrıs Türk Halkının statüsü ne olacak? Sanırım bu soruya zorlanmadan "halk" statüsünü yitirecek ve "azınlık" haline gelecek yanıtını verebiliriz. Kıbrısta çözümden yana olanların görüşleri izlendiği zaman Kıbrıs Türk Halkının özel haklara sahip kendine özgü bir azınlık haline geleceğini söyleyebiliriz. Acaba böyle bir çözüm Kıbrısa barış ve huzur getirebilecek mi? Bir hukukçu bu soruya yanıt verebilmek için  dünyadaki emsallere bakma gereği duyar. Bunu yaptığım zaman olumlu bir yanıt verme olanağı bulamıyorum. Çünkü dünyada Kıbrıs Türk halkının durumunda olup uzun süre bağımsız kaldıktan sonra devletini yitiren ve huzur içinde yaşayan bir halk göremiyorum.
Bu konuda daha fazla  gözlem yapıp karar verme sizlere kalıyor.

SON